1
Yorum
12
Beğeni
5,0
Puan
360
Okunma
Uzun zaman oldu ve değişik olacak.
Merhaba…
Kendime söyleyecek bir yığın şeyin arasından yazmaya değer bir tek sözcük olmadığını mı düşündüm bilmiyorum ama bir çift satır yazmayalı neredeyse bir aydan fazla oldu. Esasında yaklaşık bir ay önce çok güzel bir yazı yazmıştım. Daha kaydedemeden hop! Siliniverdi. O kadar çok üzüldüm ve yanısıra da sinirlendim ki sonrasında her aklıma yazı yazmak geldiğinde ve düştüğünde içime yazma isteği, sinirden ağladım birkaç gün. Vallahi!
Sanırım hala kızgın ve üzgünüm. Bunu yazarken gıcık hissettim kendimi. Neyse…
Kendime ve düşlerime ihanet mi ediyorum acaba diye sorgulamıyor değilim bunları yazarken. Çünkü söz konusu yazmak olduğunda, şartlar ve koşullar bu eylemden daha önemli olmamıştı hiçbir zaman.
Sorgulamak…
Dedim ve sustum. Bir şarkı geldi aklıma; biri diğerinden farklı şarkıları peş peşe dizdiğim listemi kurcalarken. Sorgulamaktan devam edecek olursam bu şarkı eşliğinde, sanırım sorgulayabileceğim ve bunu yapmayı hak gördüğüm tek şey ‘kendim’ olur.
Aylardır yalnızım. Aylardır, hiçbir potansiyeli olmayan, kendisini, kendisine dahi kanıtlayamamış ve buna zaten hiç gerek duymamış, hayatla hiçbir alıp veremediği olmayan, hayatın rüzgarıyla savrulup, “neden,” sorusuna kendilerini asla maruz bırakmayan bir insan topluluğunun içindeyim.
Azdan çoklar, tanrım! Azlar, evet, ama ne kadar yer kaplıyorlar. Üç beş ağızdan ne çok gürültü kopuyor… bir ağız kalabalığında, rüzgarda savrulan üç beş kuru yaprak gibi savrulup duruyorlar. Hepsi aynı gürültünün içinde, gürültünün ta kendisi.
Bunları yazarken egomun boyuna posuna da bakmıyor değilim; oturuşuna, bakışına, mimiklerine… hayır! Konuşan o değil. Onun kendinden emin hallerini yakaladığım çok oluyor. Bu o değil! Bu tamamen onlar! Ama benim bakış açımdan.
Susmak ve konuşmak, düşünmek ve buhar olmak arasında, silik bir noktada hissediyorum kendimi onlarla geçirdiğim kısacık zamanlarda. Kaybım yok. Bu içimi rahatlatan tek şey. Lakin bir şeyler öğrenmek istiyor insan. Farklı bakış açıları olsun istiyor çevresinde.
Boyları, göz renkleri, ses tonları, saç modelleri ve kiloları ayrı olsa da bu bireyler sadece klonlanmış dar ve bir o kadar geniş bir insan kitlesi oluşturuyor. Benden ne azlar ne de fazla. Sadece her zaman aynı yerde ve hiç anlam taşımadan duruyorlar. Bugün kullandığım bir cümle geldi aklıma, “fotosenteze dahi katkıları yok,” ama oradalar. Yok kadar var, var kadar yoklar.
Dedikten sonra dönüp yazdıklarımı okudum. Son cümle bitince şöyle bir karikatür canlandı gözümde: bir füze atılıyor dünyadan olmayan bir yerlerden, tam da bu kitlelerin yoğunlukta olduğu noktalara. Bu füze öyle bir füze ki, yakınında patladığı tüm canlılara; bilgi, düşünce kabiliyeti, kendini ve hayatı sorgulama dürtüsü, empati, geniş ve farklı bakış açıları, saygı duyma potansiyeli ve bilimum farklı özellik bulaştırıyor. Gerçekten. Öyle şirin bir karikatür belirdi zihnimde. İnsanlar maruz kaldıkları tüm bu olumlu duygu, düşünce ve bakış açılarıyla ışıl ışıl ışıldayarak kalkıyorlarmış mesela ayağa. Çok sevimli…
Onca nükleer bomba hazırlayan bilim adamları, gerçekleştirebilselerdi ya böylesi insanlığa faydalı bir patlama. İsmi sadece ‘Patlama’ olmalı bence böylesi faydalı ve kazanımları olan bir buluşun. “Milyon yılın devasa patlaması!” böyle yazınca da reklam gibi oldu. Darwin’in Evrim Teorisinin esamesi bile okunmazdı. Hayal işte. İnsan ket varamıyor ki zihnine.
Bir bencillik yapıp, füzenin en yakın bana düşmesini istemek hakkım zannediyorum. Fikir benim en nihayetinde. En çok ben, önce ben! Kim demiş aklıma böyle bir fikir geldi diye ihtiyacım olmadığını.
Sorgulamak diyordum. İşte bunu demek iyi olmuyor. Bu sözcükten sonra zihnimde renkli krepon kağıtları, zincir süsleri vs. uçuşup duruyor. Kim bilecek neyi neden düşündüğümü, kim bilecek.
İlk ve ortaokul sınıflarımız geldi aklıma krepon kağıdı deyince. Resmî bayramlarda pencerelerin kasnaklarına, camlara rengarenk desenler yapılmış kağıtlar asarak süslerdik sınıfı. Güzelmiş o günler. İnsan geçince anlıyor.
Ben hiç süsleme yaptım mı hatırlamıyorum ama yaptım gibi de geliyor. Renkli el işi kağıtları alır, üzerine çizimler yapar, sınıfımızı süslerdik diye hatırlıyorum. Evimde olduğumdan daha mutlu olduğum dar zamanlardı.
Onca darlığın içinde, M.E.M. Bünyesinde folklor grubuna dahil olmuşluğum bile var. Folklor denince akla iki omuz sallama, bir ayak öne, bir ayak geriye gelmesin. O kadar kolay değildi o iş. Bacak kaslarımız zar ağlardı. Tekrar eden hareketleri bazen dakikalar, bazen yarım saat boyunca tekrar ederdik. Fena değildim. Onca baskının altında fena olmamam bile bir mucizeydi ama evet, fena değildim.
Folklor kariyerim okuldan alınmamla son bulmuş olabilir ama bir halay başı olma heyecanı, bugün hala elimi ayağımı titretir davetlisi olduğum düğünlerde.
Yazmayı mı özlemişim yoksa gevezelik yapmayı mı bilemedim. Şu noktada sorgulamam gereken bir diğer şey; yaşam ve bakış açılarından sonra, konuyu halay başına nasıl getirmiş olduğum olmalı.
“Mın dıgo mele le le, mın dıgo mele le le…”
İçimde bir şeyler halaya durdu. Daha yazamayacağım. Bir tur dönüp daha sonra devam edeceğim. Damarım tuttu, üzgünüm.
5.0
100% (5)