Sevmek birbirine değil, birlikte aynı noktaya bakmaktır. exupery
s.eyyubi
s.eyyubi

Reyhan’ın Hikayesi

Yorum

Reyhan’ın Hikayesi

( 1 kişi )

1

Yorum

3

Beğeni

5,0

Puan

443

Okunma

Reyhan’ın Hikayesi

Reyhan’ın Hikayesi

Hacı Himmet sitesinin yanında eski bahçeli evden kalan bir duvar vardır. Duvarda eski yaşanmışlık izleri olduğu gibi duruyor. Farklı zamanlarda yapılmış boya badana izleri değişik renklerden boya kalıntıları var. Duvar zaman içinde defalarca üst üste boyanmış. Duvarın bazı yerlerinde, bu evde yaşayan ailenin varlıklı bir dönemine işaret eden kaliteli boya izlerine de rastlamak mümkündür. Duvarda beyaz, sarı, kırmızı, koyu sarı ve yeşilin tonları gibi değişik renkler vardı. Bu evde çok uzun yıllar yaşam sürmüş olmalı. Evde yaşayan insanların o zamanki ruh hallerini bu renkler gösteriyor. Maddi zorluklarını, kederlerini ve sevinçlerini boya izleri ele vermektedir. Mevsime göre de belli ki bu renklerin tonlarında farklılıklar olmuştu. Şampanya ya da bezelye yeşili izleri ilkbaharda yapılmış boyadan kalma olabilir. Duvarda kahverengine rastladım ki düşman başına... Acaba o renk neden seçilmişti. Karamsar, kâbus ... Acaba bu renk, evin oyuklarında yaşayan insanların darda kaldıkları bir döneme mi denk geliyordu. O zaman aralığında evdeki birinin başına bir olay mı gelmişti. Evin büyük kızı o zaman mı kocaya kaçmıştı acaba?
Burası eskiden küçük bir ilçeydi, zaman içinde büyüdü il oldu. İl yapıldığı tarihte müteahhitler bir araya toplanıp sözleştiler sanki, şehirde son kayısı ağacı kalmayana dek bağ bahçeleri betonarme binalara dönüştürmeye yemin etmişler gibi binalar mantar gibi yükseliyordu. Taş duvarlı çırçır fabrikaları birer birer söküldü. Yeşil bahçeler yok oldu. Toprak sokaklar asfaltla kaplandı, kaldırımlara parke taşı döşendi. Toprak yolların iki yakasından yükselen kerpiç hisarlar, sağlı sollu hisarlara eşlik eden su kanalları yok oldu.
Çırçır fabrikası sahibi, kudretli iş adamı Himmet Bey, son İstanbul gidişinde şeker komasına girdi ve Cerrahpaşa Hastanesinde son nefesini verdi. Himmet Bey’in küçük oğlu Asker, uğursuz diye tabir ettiği ve bu konuda asla konuşmak istemediği o gün sol elini fabrikanın çarklarına kaptırmıştı. Ailenin işleri o günden itibaren bozulmaya başladı. Himmet Bey’in diğer oğlu Muharrem işlerin başına geçmişti. Pamuk ekimi zamanla azaldığından işler bozuldu. Muharrem fabrikanın yerini müteahhide kat karşılığı verdi. Buraya site yapılacaktı. Hatırasını yaşatmak için de siteye hacı babalarının adı verilecekti. Böylece ailenin ortak noktası, birleşme alanı olan bahçe ve içindeki fabrikada geri sayım başladı.
Fabrika uzun yıllardır atıl durumdaydı. Nahçıvan’lı göçmen işçiler fabrikanın ambarlarında cüzi bir kiraya karşılık barınıyorlardı. Çoktan mahalle imara açılmıştı. Belediye yeni cadde ve sokaklar hizmete açıyordu. Bahçenin içinden bir sokak geçmişti. Fabrikanın makinisti Bünyamin Usta’nın eskiden oturduğu evin hepsi yola gitmiş, o evden geriye şimdi yola bakan bir duvar kalmıştı. Belediye yetkililerine rica etmişler, fabrikanın avlusuna serseriler dadanmasın diye bu duvar, site inşaatının bitimine kadar yıkılmamıştı. Bu yeni sokaktan her geçişimde “namahrem var” der gibi insanı karşılayan, yıkılmış eski evin tüm mahremiyetini olduğu gibi sergileyen, o eski, savunmasız duvarı görünce üzülüyorum. İstilaya uğramış, ele geçirilmiş bir kalenin sadık muhafızı gibi kuytuda olan biteni kederli gözlerle izler gibi olay mahallinden ayrılmayı gururuna yediremeyen bu duvarın haline üzülmemek elde değildi, yanına oturdum, kulağımı dayadım, uzun uzun onu dinledim. Bu rengârenk boya badana kalıntılarının olduğu, askı, takvim ve çivi izleri olan duvarda neredeyse Bünyamin Usta’nın tozlu kasketini çivide asılı bulacak gibi oluyorum. Bu güvercin yuvası gibi evin mahrem odalarından birinden belki Reyhan’ın kaldığı odadan geriye kalan bir duvarın yanı başında duruyorum. Bu duvar bir zamanlar bir genç kızın mahremini muhafaza ederken şimdi ters düz olmuş, yanından gelen geçenin, hikâyesini bilmeden baktığı alelade bir hisar kalıntısı oluvermişti. Yüksek binaların arasında sıkışıp kalmış bu duvar kimin umrundadır. Ancak şehrin eski haline yetişen birkaç ihtiyar, duvarın sesini duyabiliyor. Duvarın kovuklarında çocukların doğumunu, büyümesini, ağlamalarını, babalarının o düşünceli suskunluğunu, analarının bıkmış ve didinen hatta yorgun babayı örseleyen konuşmasını duyar gibi oluyorum. Reyhan’ın annesine başkaldırışını, annesinin gizili gizli iç çekmelerini, babalarının uyuyan çocuklarının geceleri üstlerini örttüğünü görür gibi oluyorum. Asker’in ancak dışarıdan baktığı, içine asla girmediği evi, bu duvar artık koruyamıyor. Kör duvarda çivi izleri, kirli beyaz badana, boya kalıntıları dışarıda kalmış.
Keşke belediye yetkilileri kimseyi dinlemeseydi. Bu son duvarı da yıksaydı. Peki ne değişecekti. Fabrikanın bahçesinden Çömlekçiler Sokağı geçmeyecek miydi? Reyhan’ın hikâyesi çok mu farklı olacaktı. Reyhan evli çocuklu olan Niyazi’ye kaçmayacak mıydı? Niyazi kırlaşmış bıyıklarını saklamak için boyamayacak mıydı? Her gece sarhoş olup Reyhan’a dünyayı dar etmeyecek miydi? Yıllar sonra çocuklarını da alıp baba evine geri gelen Reyhan, Asker ile evlenmek zorunda kalmayacak mıydı?
Gözlerinin rengini göğün mavisinden alan Reyhan havalı hoppa bir kızdı, başı Güngörmez Yaylası kadar dumanlıydı, aşık olmuştu. Sevdiği kişi nasıl bir adamdı? Onu daha doğru dürüst tanımıyordu. Reyhan’ın zaten bir karış havada olan aklını çelen adam evliydi, üstelik çocukları da vardı. Reyhan, sonradan arkadaşları bunu sorduklarında ağlayarak “Niyazi’nin evli olduğunu bilmiyordum” diyecekti. Ama ben de annesi gibi düşünüyorum. Annesinin de deyimi ile deli kızın ilkin bir şey bilmediğini düşünüyorum. Niyazi’nin evli olduğunu öğrendiğinde dönülmeyen bir yola girilmiş olduğunu düşünüyorum.
Reyhan’ın babası evlerinin olduğu kayısı bahçesinde Himmet Bey’in pamuk fabrikasında makinist olarak çalışıyordu. Fabrikada pamuğun çekirdeği ayrılır, işlenir, ambalajlanır, yurtdışına satılırdı. Yazın ilk günlerinde işler biraz duruluyordu. Sonbahar oldu mu, ovanın bereketli toprağından elde edilen pamuk sayesinde bahara kadar işleri yoğun oluyordu.
Fabrikada işler durulunca Himmet Bey, fabrika işlerini oğlu Muharrem ve çok güvendiği ustası, yani Reyhan’ın babasına bırakır, dinlenmeye çekilirdi. Zamanının büyük kısmını İstanbul’a yerleşmiş, makine mühendisi olan oğlunun yanında geçirirdi. İlk eşi uzun yıllar önce bahçede besledikleri azgın bir manda tarafından çiğnenerek ölmüştü. İlk eşinden biri kız iki çocuğu olmuştu. İstanbul’da mühendis olan oğlu ile kızını Himmet Bey’in sonradan evlendiği eşi büyütmüştü. İkinci eşinden de iki evladı olmuştu. Biri Muharrem diğeri ise doğuştan zihinsel engelli olan Asker idi.
Asker akranlarına göre sıska biriydi, kendi halinde ayrı bir alemde yaşıyordu, yaz kış demeden işçilerle beraber tarlalarda pamuk taşırdı. Asker eve pek uğramazdı, sıcak yaz gecelerinde pamuk balyalarının arasında uyurdu. Tek eğlencesi babasının kızmasına rağmen fabrikanın yüksek tavanında çam merteklerin arasında kümeslerini yaptığı güvercinleri ile oynamaktı. Asker’in hiç arkadaşı yoktu, yalnızca güvercinleri ile konuşur dertleşir, yavrularını kedilerden korurdu. Ömrü boyunca fabrikada hamal gibi tozların içinde çalıştığından zamanla astım hastası olmuştu. Çürüğe çıkarmışlardı, babası onu evlendirmemişti, onun gözünde Asker bir aile kuracak durumda değildi. Asker gizli gizli annesine evlenmek istediğini söylese de babası bunu uygun görmüyor her seferinde kadını söylediğine pişman ediyordu. Annesi her zaman ondan yanaydı. Oysa talih ağabeyi Muharrem için çok cömert davranacaktı.
Asker, küçüklüğünü bildiği, güvercinlerle oynayan, evlerinde büyüyen Reyhan’ı uzaktan uzağa gözlerdi. Reyhan’ın büyüyüp serpildiğine en çok o şahitlik ederdi. Belki bu mahallede Reyhan’ın bu kadar güzel olacağını ondan daha iyi anlayan yoktu. Sıcak yaz günlerinde terliklerini şıpırdatıp saçlarını dalgalandırarak ortalıkta dolaşan Reyhan’ın büyüdüğünü himse fark edememişti. Herkes, “Reyhan koş buz getir, Reyhan koş su getir, Reyhan yemek hazır mı bir bak” diye seslenirken yıllar gelip geçmiş, Aras’ın kenarında yükselen söğüt ağacı misali Reyhan boy atmıştı.
Reyhan lisede öğrencidir. Okuldan dönerken kapıya kadar arkadaşları ile birlikte geliyor. Zamanla bu arkadaş gurubu içinde yakışıklı erkekler de belirmeye başlıyor. Asker gençleri görünce içine kurt düşüyor, bu kurt habire içini kemiriyor. Olup biteni bir tek o görüyordu.
Reyhan’ın annesi zengin bir ailenin kızıydı, fakir bir ustaya varmıştı. Yakışıklı uzun boylu olan Bünyamin’e tutulmuş peşinden kaçmıştı. Güngörmez Yaylası’nın serin havasından Iğdır’ın sıcağına, tuzlu suyuna, sivrisineğine inmişti. Oysa onun babası koskoca aşiret reisiydi. Sürülerle koyun besleyen, besili koç sürülerini Gaziantep’e yollayan, yayla sahibi tanınan bir ağaydı. Himmet Bey’in çocukları sünnet olurken onun kucağına konulmuştu. Ağa şehre gelirken Himmet Bey’in evine misafir oluyordu. Fabrikaya gelir koyunları için pamuk çiğidi satın alırdı. Her gelişinde tulum peyniri ve eşi tarafından özenle seçilmiş beyaz koç yünlerinden beş on tane getirirdi. Himmet Bey’in ailesi de geri kalmaz, reçel, turşu, kuru kayısı vs. gibi yiyeceklerden kirvelerinin payını yollardı. Yazın sıtmaya yakalanmasın diye Himmet Bey çocuklarını onlarla yaylaya gönderirdi. Ağanın fabrikaya geliş gidişlerinde Bünyamin usta kendisine çok yakınlık gösterirdi. Usta, ağanın kızını görmüş sevmişti. Usta, esmer, kaslı omuzları ve yanık teniyle kızın aklını çelmişti. Ağanın kızı Bünyamin’e kaçtığından beri ağa, fabrikaya uğramadığı gibi kızını da evlatlıktan silmişti. Ağa bu olayı gurur meselesi yapmıştı. Kızın annesi gizliden torunlarının evine gelir giderdi, kışlık erzaklarını gönderirdi.
Reyhan’ın annesi, kızının kendisi gibi kadersiz olmasını istemezdi. Çünkü Bünyamin, ömrünün sonuna kadar fabrikada ustabaşı olmaktan başka ne olabilirdi ki. Bir evleri bile yoktu, Himmet Bey’in bahçesindeki iki göz evi olmasa ortada kalacaklardı. Oysa Reyhan dik kafalı kendini beğenmişin biriydi, ondaki afra tafra kimsede yoktu.
Reyhan boş zamanlarında kardeşlerini sokakta gezdirirdi. Asker onun sokakta dolaşmasından huylanırdı. Fabrikanın penceresinde dönüşlerini beklerdi Bazen sırtı dönük uzaklaşan sırma saçlı dar paçalı uzun boylu bir genç görürdü. Kıskançlıktan içi içini yerdi. Kendisiyle kıyasladığında ne kadar şanssız olduğunu görüyor kahroluyordu. Reyhan’ın annesi de olup bitenin farkına varmıştı, kızın bir halt çevireceğinden korkuyordu. Bazen saçını başını yolup döverdi. Kocasına açık açık söylemeye korkuyordu, arada bir ustaya; “bu kızı liseye vermekle iyi etmedik” derdi. Yağ pas içinde olan Bünyamin usta; “ben okumadım, kızım okusun” Himmet Bey’in hemşire olan kızını düşünerek “bırak okusun kendini kurtarsın” derdi. Zaten Himmet Bey’in kızını çok takdir ettiği için onun adını Reyhan’a koymuştu. Okuyacak ve medarı iftiharları olacaktı. Reyhan’ın annesi evde çocukların işi, fabrikada onca kişinin yemeği ile uğraşıyordu, bütün bunlar yetmiyormuş gibi Himmet Bey’in ev işlerine de yardım ediyordu. Kızına fazla zaman ayıramıyordu.
Reyhan lise son sınıfa kadar beklemedi, ayaklarının altından bir deli rüzgâr esmiş, bir güz mevsiminde aklı şaşmış, başından uçmuştu. Yaz tatilinde bir sınıf arkadaşı evlenmişti. Onları sokakta el ele tutmuş mutluluk içinde yürürken gördü. Ayakları yerden kesildi. Geceleri gizli gizli ağlıyordu. Niyazi ile bir yıldır buluşuyorlardı. Niyazi onun ellerini elinin içine alıyor, onu çok sevdiğini, onunla evleneceğini söylüyordu. Bir yıl geçmesine rağmen halen gelip ailesinden istetmemişti.
Reyhan ailesinin fakir olmasından utanıyordu. Kardeşleri ile aynı odayı hatta kız kardeşi ile aynı yatağı paylaşmaktan bıkmıştı. Kalabalık bir ailede kocaman kayısı bahçesinde bir hiç gibi küçücüktü. Ona kimse değerli olduğunu söylememişti. O hep taktir edilmek, övülmek istemişti. Birilerinin ona çok güzelsin denmesini beklemişti. Şimdi öyle mi, onun kumral saçlarının ne kadar güzel koktuğunu söyleyen, gözlerinin içine bakıp, ona aşık olduğunu söyleyen biri vardı. Niyazi onun gözünde İsfahan’da şahtı, gönlündeki tahta çoktan kurulmuştu, onu süslü laflarla oyalıyor, öpüp okşuyor aklını başından alıyordu.
Reyhan bir akşamüstü sokağın başında elinde kırmızı bir gülle onu bekleyen Niyazi’yi görünce etekleri zil çaldı, yüreği vurdu oynadı, aklı yine başından gitti. Yine rüzgâr ayaklarının altından esti, etrafına söğüt yaprakları serpildi. İki aşık kayısı bahçelerinin arasında uzayıp giden toprak yoldan şehrin dışına doğru yürümeye başladılar. Toprak yolun bitimindeki yaşlı söğüt ağacının altında oturdular. Kanalın kıyısındaki söğüt ağacı aşıkların buluşma yeri olmuştu. Reyhan o anda bütün cesaretini toplayarak “ailen beni istesin, annemin senden haberi var, beni okuldan alacaklar,” dedi. Niyazi cevap vermiyordu. Uzun süren bir suskunluktan sonra Niyazi, “yarın sabah okul saatinde burada beni bekle, sana kararımı o zaman söylerim” dedi, yüzünde karanlık bir gölge ile oradan ayrıldı.
Reyhan içinde deli bir kuş çırpınırken sadece peşinden baktı. Eve geldi, bahçenin kuytu bir yerinde oturdu. Saatlerce düşünüp durdu. Reyhan’ın gecesine siyah bir kedi kaçmıştı bir kere, gece boyunca kafasının içinde hayalinin çeperlerini tırmaladı durdu. Reyhan ertesi sabahı zor etti acaba sevgilisi ona ne diyecekti.
Sabah yüksek dağların İran’a bakan yamaçlarına güneşin ilk ışıkları vurmaya başlayınca Reyhan okula gidecekmiş gibi hazırlanıp fabrikanın önünden son defa geçerek avludan çıktı. Yürüyüşünde tuhaf bir hal vardı, bunu fark eden sadece Asker oldu. Asker’in saçları dökülmüş, avurtları çökmüş, bu gün biraz daha kambur olup küçülmüştü. Fabrikanın tozu dumanı içinden uzaktan Reyhan’ın güzel saçlarını son bir kez daha iç çekerek izledi.
Reyhan, asri hamamın köşesinden saptı. Oysa okul postane tarafındaydı. Kimse Reyhan’ın bir ömür boyu ağlayacağı kötü kaderine yürüdüğünü anlamadı. Reyhan’ın kaçtığını sadece Asker anladı. Kaç gündür olup bitenden bir tek o haberdardı. Ömründe ilk defa belki ağlayacaktı. Reyhan’ın lise üniforması giyinmiş, saçlarını iki örük halinde bağlamış sırtı dönük gidişini hiç unutmayacaktı.
Aşıklar yaşlı söğüt ağacı altında buluştular. Reyhan’ın iki eli Niyazi’nin büyük ellerinde birer serçe gibi çırpınıyordu. Niyazi gözünü karartmıştı. “benimle kaçar mısın” dedi. Reyhan’ın ayaklarının altında, dökülmüş söğüt yaprakları savruldu durdu. Reyhan birkaç dakikalık süreyi bir yıl gibi uzun saydı, saydı da ne oldu. Niyazi’nin teklifini oracıkta kabul etti. Söğüt yaprakları üzerinden Niyazi önde Reyhan ürkek bir ceylan gibi peşi sıra yürüdü. Bir elinde Niyaz’nin eli diğerinde kırmızı bir gül vardı. Onları toprak yolun bitiminde bekleyen faytona atlayıp Niyazi’nin mahalledeki evine gideceklerdi.






Paylaş:
3 Beğeni
(c) Bu yazının her türlü telif hakkı şairin kendisine ve/veya temsilcilerine aittir. Yazının izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.
Yazıyı Değerlendirin
 

Topluluk Puanları (1)

5.0

100% (1)

Reyhan’ın hikayesi Yazısına Yorum Yap
Okuduğunuz Reyhan’ın hikayesi yazı ile ilgili düşüncelerinizi diğer okuyucular ile paylaşmak ister misiniz?
Reyhan’ın Hikayesi yazısına yorum yapabilmek için üye olmalısınız.

Üyelik Girişi Yap Üye Ol
Yorumlar
Rû //
Rû //, @r --
7.3.2025 22:32:37
kaleminize sağlık

güzeldi.


selamlarımla
© 2025 Copyright Edebiyat Defteri
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.

Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.
ÜYELİK GİRİŞİ

ÜYELİK GİRİŞİ

KAYIT OL