0
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
121
Okunma
Nurcihan demişler kendisine, cihanın nuru. Asıl adı Pakize. Nurcihan doğarken ölmüş annesi. Annesinin ismini bebeğe vermişler ama kimse söyleyememiş bu ismi. Nurcihan unutulmuş, Nurcan diye bilir herkes O’nu.
Benden iki yaş küçük, halamızın kızı. Biz halamızı tanıyamadık, Nurcan annesini…
Anne sevgisinden, şefkatinden uzak köyde anneannesinin yanında büyümüş. Üç abisi var. Kendisinden dört yaş büyük abisi de yine köyde anneannesinin yanına verilmiş Babası iki abisini almış, Adana’ya gitmiş. "Artık buralarda kalamam bu acıya dayanamam.” Diyerek ardında iki boynu bükük yavruyu hem yetim hem de öksüz bırakmıştı.
Babası Nizamettin enişte, Adana’ya gittikten bir süre sonra tekrar evlenmiş ama mutlu olamamış. Başta iyi görünen yeni eşi zaman geçtikçe çocukları istememiş. Hatta babasının Nurcan ve köydeki abisi ile görüşmesine bile engel olmaya başlamış.
Zavallı Nurcan… Bayram arefelerinde nasıl da beklerdi belki babam bu bayram gelir diye. Her seferinde öptüğü el annemin, babamın, dedemin eli olurdu ağlamaklı ağlamaklı.
Çocukluğumun en güzel günleriydi. Nurcan, yaz tatillerini köyde geçirirdi. Nurcan’a kavuşmanın heyecanıyla sabırsızlanırdık. Kardeşim, Nurcan ve ben her günümüzü doyasıya eğlenerek geçirir, birlikte kah ağlar kah gülerdik. Biz ayrılmaz üç kardeştik.
Zaman hızla geçiyor, mevsimler değişiyor, çocuklar büyüyor, gençler yaşlanıyordu. Ağabeyleri askerliklerini yapmış, her biri kendi yuvalarını kurmuştu. Çocukluğunu, genç kızlığını, hayallerini yalnız başına yaşayan Nurcan da evlenmiş, çoluk çocuğa karışmıştı. Tatmadığı anne sevgisini çocuklarına fazlasıyla vermiş ama içindeki anne hasreti hiçbir zaman dinmemişti. Tüm engellere rağmen babası ve ağabeyleri ile görüşmeye devam etmiş, bağlarını koparmamıştı.
Birkaç ay öncesiydi. Beni aradı ağlıyordu telefonu açtığımda "Babam!” dedi içim cız etti birden "Babam kansermiş, tedavi için geç kalınmış. Hastalık hızla tüm vücuduna yayılmış. Annesiz bir hayatım vardı, artık babam da olmayacak. Doyasıya sarılamadım bile. Onu da kaybedeceğim." Ne söyleyeceğimi bilemedim. Ağladı, ağladı ağladı... "Sonra konuşalım, şu an iyi değilim." dedi, kapattı.
Sonrasında konuşamadık. Bir gün geçmişti ve Nizamettin eniştenin vefat haberini duydum. Allah rahmet eylesin. Çocuklarına hasret geçen bir ömür, onların arasında son bulmuştu işte. Nurcan’ı aradığımda ne söyleyeyim, nasıl söze başlayayım diye düşünürken Nurcan beni hiç konuşturmadı bile. Durmadan babasını anlatıyordu. Nedendir bilmem son söylediği cümle çok dokundu bana. “Babam, anamın başucunda yatmak istedi, biz de anamın başucuna bıraktık, geldik.” Sesi acı kokuyordu, her "anam” dediğinde içimden taa derinlerden bir şeyler koptu. Hani “ciğerim sızladı” derler ya öyle işte. Hayatı boyunca, bir gün bile "anne" sözünü kullanmamışken, hayatta "anne" diye bir varlığı tanımamışken böyle "anam” diye bahsetmesi…
Ah Nurcan, kardeşim! Telefonda ağlamamak için zor tuttum kendimi. Kapattı. O telefonu kapattı, bense göz pınarlarımın önündeki setleri açtım. Sanki cenaze benim evimdeydi o an. Hıçkıra hıçkıra ağladım, ağladım, ağladım...
Nurcan’ı aramadan az bir vakit önce yemek koymuştum ocağa. Tencereden çıkan ses hıçkırıklarımı bastırdı. Bundan cesaret alarak daha yüksek sesle ağlamaya başladım. Ağladım, ağladım.
Nurcan’a, tanımadan sahiplendiği anasına, hasret çekerek büyüdüğü ağabeylerine, bayramlarda saçlarını okşayamayan “kınalı kuzum” diye sarılamayan babasına, kendime...
Ne kadar ağladım bilmiyorum, zaman ne kadar geçmişti? Sustum. Bir süre, gözlerim boşlukta öylece oturdum. Bekledim, vakit neydi, sesini dinledim. Akşam oluyor, güneşin kızıllığı pencereden içeriye yansıyordu. Yeni suladığım sardunyalar kokusunu odaya yayıyordu. Her birinin fidesini “annem ”den almıştım. Derin bir iç çektim. Hayat işte… Devam ediyor…
Ferda SAMYÜREK