1
Yorum
1
Beğeni
0,0
Puan
84
Okunma
Ekin Koşma
İlkokul dördüncü sınıf öğrencisiyim. Mevsim ilkbahar, nisanın sonlarındayız. Güneş altın ışıklarıyla doğamızı iyice ısıtıyordu artık. Doğu Karadeniz sıra dağlarının hemen eteklerinde kurulmuş dağ köyü özelliklerini eksiklik taşıyan köyümüzde de çayırlar yeşerdi yetesiye.
Çayır ve kırlarda koyunlar yayılıyor nazlı nazlı. Kuzular zıplıyor ara ara koşup annelerini emiyorlar. Midelerine süt inmesi kuyruklarını titretmelerinden belli. Önce evler arasındaki bahçelerde erik ağaçları çiçek açtı. Ormanların kıyılarındaki kızılcıklar çiçeklerle bezenmekte sırayı hiçbir ağaca kaptırmazlar.
Erkenden çiçek açmalarıyla ilgili bir hikâyecik anlatılır kızılcıklarla ilgili. Rumi takvime göre mart dokuzunda ayı kış uykusundan uyanıp biricik konutu mağarasından çıkar. Aç, biaç dolaşmaktadır ormanın içlerinde. Çiçek açmış bir kızılcık ağacı görür. Sevinerek ağacın altında beklemeye başlar. Erkenden çiçeğe duran kızılcık erkenden meyve verir. Ben de olgunlaşacak meyveden nasiplenirim düşleri kurmaktadır ayı aklıyla. Aradan günler aylar geçer kızılcıkta meyveden yana bir belirti gözükmez. Kafasının tası atan aç ayı. Son bir gayretle ağacın dallarını acımadan kırıp geçirir…
Biz dönelim okul paydosuna. Beşinci ders bittiğini çalan zilin sesiyle anladık. Kitaplarımı toplayıp dayımın çaktığı ağaç çantamı kaptığım gibi okulun yakınında ekin koşan (tarla süren) babamların yanına koştum. Çantamı bırakıp üç çift öküzün dizili olduğu sıradaki en önceki öküzlerin boyunduruğuna tırmandım, oturdum. Ayaklarımı da sanda koyup hayvanları sürmeye başladım. Babam kotan (pulluk) tutuyor, amcalarım öküzlere “ho ho” diyerek Kadıyoran adlı köyün ortasındaki bizim tarlayı sürüyorlardı.
Sergiciler ve Kokriler (Yeniler) mahallesine giden öğrenciler ki, çoğu sınıf arkadaşımdı. Tam yanımızdan geçiyorlardı. Nasıl olduysa fark edemedim, Hoca’nın, “Sırt üstü düştüm fakat ayı kuyudan çıkardım.” Örneği ben de güneşi tam tepemde gördüm.” Arkadaşlarım güldüler acemi halime. Oysa başka zaman boyunduruktan yere düştüğümü anımsamam. Boyunduruktan düşen çocuklar için şöyle bir rivayet dolaşırdı. Büyüklerimiz, “Yere düşünce hemen toprağı avuçla muhakkak bir çakı bulursun.” Derlerdi. Toprağı avuçladım lakin ellerimde sadece kuru topraklar vardı.
İlkokul yıllarımda, Çarşamba ve cumartesi günleri öğleden sonra ders yapılmazdı. Söz açılmışken söyleyeyim cumartesi günleri de öğleye kadar ders yapardık. Ders yapılmadığı iki öğleden sonraki zamanlarda ve pazar günleri ekin koşulduğu ortalama 3-4 hafta, bir ay süresince biz öğrencilerin tarlalarda boyunduruk üstünde geçerdi zamanımız.
Nisanın ortalarında karlar erir tarlalar kururdu. Ortalama altı ay süren uzun kışlardan sonra tarlaları sürme ile başlardı köyümüzde işler. Tarlalar köyümüzde ilkbaharda sürülür ve ekim yapılırdı. Oysa komşu Yavuz Köyü’nde sonbaharda ekim yapıldığını anımsıyorum.
Genelde amcalarımla mödgam (ortaklık) olurdu babam. Üç aile, üç çift öküz… Ortaklık oluşturulunca önce babama haber ulaştırılır sant hazırlığı için çağrı yapılırdı. Bizim evimiz amcamların evlerinden hayli uzaktı.
Üç erkek meşe ağaçlarından sant bükmek için bilek kalınlığındaki biraz daha kalın fidan keserlerdi. Fidanlar bükülüp yedi sekiz metre uzunluğunda yöresel adı sant olan halat biçiminde bir araç elde edilirdi. Sant aralıklarla öküzlerin boyunduruğuna bağlanır bir ucuna pulluğa takılırdı. Böylece tarla sürecek materyal hazırlanmış olurdu. Aynı hazırlığı köyde bütün aileler bil fiil yaparlar.
Daha güneş doğmadan aile büyükleri öküzleri besler, su içmeleri sağlanır. Sürülmeye en uygun tarlanın başına varılır. Amcalarım ve babam değişmeli olarak pulluğu tutar. Tarlanın düzgünce akoslar (pulluğun açtığı uzunlamasına kanal-ark) şaşmadan sürme işi devam eder.
Kız-erkek fark etmez çocuklar boyunduruğa oturur, ayaklarımızı sandı üstüne koyardık. Öküzlerin birisini akos boyunca diğeri sürülecek kısımda düzgün yürütmek esastı. Hayvan akostan azıcık çıkınca büyükler zeda zeda diye ünler bizlerde gerekeni yapardık çabucak.
Köylerde büyükler ne kadar Adem baba usulü toprakla adeta güreş yaparak çalışırken biz köy çocukları da çalışmak zorundaydık. Tarla sürerken, yaz boyu koyun-keçi gütmek bizlerin işiydi. Okula gitmek düğün bayramdı. Ancak okulda oyun oynamaya zaman bulurduk kıt kanaat.
Köyde hayat güneş doğmadan başlar. Uykunun kollarında sıcacık yataktan kalkmak ne kadar zordu. Erken kalkanın rızkı bol olur denirdi. Bizlerde istemeyerek de olsa gözlerimizi ovuşturup, sallana sallana giyinip, soğuk suyu yüzümüze çarpardık. Kahvaltı yapılmaz. Kuşluk vaktine yakın sabah yemeği getirilirdi anne ya da ablalarımız tarafından. Öğleyin de mola verilir. Samanlıklardan getirilen otu öküzler yerken bizlerde öğle yemeği yerdik. Yine evlerden getirilirdi öğle yemekleri de.
Sürülen tarlaya genelde büyük amcam tohum ekerdi. Avuçladığı tahılları ustalık isteyen bir beceriyle tarlaya serpi serpi verirdi. Bu minval üzerine çalışılarak ekim işleri mayıs ortalarına kadar sürer. 20-25 gün içinde köylü ekim işini bitirir, tüm tarlalar siyah toprak rengiyle köye ayrı bir güzellik katardı. İlk ekilen buğday, arpalar kısa sürede kara tarlaları yeşile bezerdi. Daha sonra ekinler yükselir tarlalardaki yeşillik çayırların yeşiline nazire yaparcasına daha da göz alıcı bir hal alırdı.
Bizim evimiz köye birazcık uzak, dağların hemen yamaçlarına yakındı. Bu nedenle ekin işimizi en sonlarda bitirenlerden olurduk. Nisan sonu yaklaşmış havalar iyice ısınmıştı. Tapuda Çitisat olarak kayıtlara geçen tarlamızın sürülüp iş bittiğinde güneş çoktan batmış, güneşin son kızıllığı da kayboluyordu. Parça parça bulutlar gökyüzünün mavi yüzünü griye boyuyordu. Amcamlar öküzlerini önlerine katıp evlerine yönelirken ben de babamla evimize doğru yürüyorduk. Önümüzde çayırlar vardı geçeceğimiz.
İlkbaharda yapılan en önemli olan ekin koşma işini bitirmenin mutluluğu vardı içimde. Serin bir rüzgâr yüzümü okşarken çukurlarda birikmiş küçücük gölcüklerde kurbağaların viyaklaması doğanın eşsiz müziğini daha da şenlendiriyordu. Babam da bereketli bir hasat mevsimi geçirmemizin hayallerini kuruyordu muhakkak…