Paranın öldürdüğü ruh, kılıcın öldürdüğü bedenden fazladır. walter scott
Oğuzhan KÜLTE
Oğuzhan KÜLTE

ELVEDA

Yorum

ELVEDA

( 1 kişi )

0

Yorum

7

Beğeni

5,0

Puan

311

Okunma

ELVEDA

ELVEDA



“ Aynı akmakta dere çay, rüzgâr aynı
İçimde var bir çocuk aynaya bakmaklı
Ne kadar da değişmiş renkleri hayatın
Eklenen yıllar mıdır masalların cellâdı?
Ve dönüşü yoksa bu yolların o eskilere
El sallayan o düşmüş omuzlara veda
Buğulandı yine gözler, sevdiklerim elveda…

Bir anmak ve değebilmekti derken o çocuksu, gençlik yıllarına, buldum kendimi Ankara`nın Hamamönü`nde. Halamların o eski Ankara evi dimdik ayakta durmuyor mu, duygularım oldu karmakarışık. Bir yaklaşsam kapıya, o asırlık tokmağını tutsam birileri açar mı? Ve içerden sesler yükselir mi avluya kadar çok sevdiğim ablalarımın, yaşça bana en yakını Orhan`ın…. Bütün bu duyguların karmaşaşındayken, yanı başımda duran, bu gerçeklikten neredeyse kırk yıl geçmiş dedirten oğlum Yunus`un manidar bakışları da, maziye özlemle bugünün gerçekliği arasında kalan beni ne de güzel anlatmaktaydı. Kimsenin tekelinde olmayan zaman bir şeylere doğru bizi sürüklerken, bir yandan da mutluluk hissiyatlarımız adına ne varsa onları da alıp götürmüş müydü? Bu sorgulamalar çoğumuz için ortaktır zannındayım. Verilenler tümüyle dert silsilesinden olmasa da geçmişteki o bir anlamda da uhrevi hazla bizlerde benzer ölçüde yankı bulmadığı kesindi.

Bir yandan kendimden, anılardan söz ederken, yanı başımızda duran ve tabelası bile yerli yerindeki mahalle aralarında pek nadir de bulunan “kayatuzu işletmesi” bambaşka bir anlam taşıyordu benim için. İnsan her iz bıraktığı yerde kendini arar ya, tam da bu anlamda sanki film karesinden çıkacakmışçasına gerçekliğin önünde mazisiyle yüzleşmek deneni en derinden yaşadım o an. Ve dedim ki, hemen arkamda durmakta olan ve şu an eski canlı günlerinden esamesi kalmamış ve fakat ne için orda durduğuna da şüphe edilmeyecek ölçüdeki yetmişli ve belki de seksenli yılların başındaki zamana ait bu yapı nedir, biliyor musun? Bu soruya pek bir anlam yükleyemeyen oğlum, cevabı benden duymak istercesine ilgiyle yüzüme bakarken, , senden daha bir küçük yaşlarda çalışmak denen şeyi ilk tecrübe ettiğim yer burasıydı, dedim.”. Bu sıra dışı muhabbet, pek hatırlamasam da belki de o çocukluk yıllarımdan beri orada durmakta olan ve şu anda da bizzat müşterisi olduğumuz kahvehanenin çaylarını yudumlarken anılarımız içinde mümtaz bir yeri edinmişti bile.

Burada bir an hüznün ve aynı zamanda kendimden bir şeyler bulabilmenin de ayrıcalığını yaşarken, hızla evrilen kent yerleşkelerinde acaba kaçımız o eski günlerin el değmemiş izlerini erişebiliyoruz? Neredeyse on yedili yaşlara değin kendimi en mutlu saydığım ve geçmişimde oldukça özel de bir yer tutan mahallemiz öylesine bir değişim rüzgârıyla karşılaşmış ki, bahçeli müstakil evimizin güzergâhında sadece tren yolu üst geçidini tanır olmuştum hüzünle. Ne ara sokaklar, ne bahçesinde oyun oynadığımız, kıyasıya çekişmeli futbol maçlarında ter döktüğümüz sahalar ne de annemle birlikte her perşembe günü adeta kros mesafeli Pazar yerine götüren bilmem kaç yüz basamaklı merdivenler silsilesi. Her değişim, bir öncekinden kalan izleri nasıl da acımasızca siliyor aslında. Modernleşme dediğimiz şey belki görsel anlamda kente farklı bir bakış, derinlik, işlevsellik katıyor ve fakat aynı toplumun içinde bizleri adeta yabancılaşmış, kendi mazisine hasretlik çeken, bir yanı yıkık, geçmişin tutkularıyla da avunanlar haline sokuyor.

Hatırlıyorum da o yıllarda biraz da risk alarak ve fakat temelde de geri dönüşün şaşırtması olanak dışı dayanağından da güç alarak nerdeyse 8-10 duraklık banliyö treni mesafesini hem de rayları takip ederek kat etmiştik, heyecan vericiydi. Bu uzunca yürüyüşe elverişli ortamıyla nadiren de olsa zamanı bol olanların da sıklıkla yaptığı ve şimdilerde delilik gibi görünen bu maratonvari yürüyüş, dile getirilse “Hadi canım sen de” cümleleri ile yalanlanırdı eminim. Oysa her biri gerçekten yaşanmış, denenmiş bu çılgınca şeyler de mazimizden sıra dışı anılar değiller midir aslında. Her yanı güvenlik gerekçeleri ile adeta abluka altına alınmış halleriyle, bugünlerde her türlü olanağa rağmen bu yürüyüşü yapabilmek olanaksızdır. Tam bu husus hayatın ne kadar içinde ya da dışında olduğumuzu açıklayan manidar bir durumdur belki de. Toprak sahaların meşin yuvarlağını her hafta sonu sadece birkaç metrelik mesafeden tüm detaylarıyla canlı canlı izleyebilen bizlerin aldığı hazzı şimdilerde en devasa boyutlarıyla ve en üstün piksellerdeki teknolojisi ile hangi televizyon verebilir ki. İlk elden hayatı bizzat yaşayabilmenin ne de büyük bir doyum sağladığını bir düşünsenize.

Açık hava sinemalarına belli günlerde ve umumiyetle de cuma yahut cumartesi akşamları düğüne gider gibi komşular silsilesiyle adeta akın eden bizler, kaynaşmanın, ortak heyecanların, beklentilerin ve duyguların da insanları olabilmiştik. Bu durumda şu ilk elden mevzuu yine ortada bir gerçeklik olarak duruyor. En sevdiğimiz film ve veya dizilerin ekranlarımıza düşebilmesi için beklenen asgari süreyi bir düşünün. Oysa bizler, bu filmleri çıkışlarından kısa bir süre sonra ilk izleyenleri olabiliyorduk. Hey gidi günler hey! Günümüzdeki bizleri hayatla adeta; aralayan, onu matlaştıran, doğrudan değil de suretiyle muhatap türlü kararlar bir toplumsal özne olarak o hiç sevmediğimiz ve tam da anlamıyla “mışlı,muşlu” gibi yaşanılır bir hayatı dikte etmiyor mu? Caddelere, sokaklara ve onların uygun yerlerinde oyun sahalarına yeterince inemeyen, bir yarış atı gibi de okuldan dershaneye, etütlere, sportif kulüplere atbaşı mekik dokuyan günümüz çocukları, gençleri hayattan ne ölçüde haz oluyorlar acaba? Bir daha yaşayamayacakları ve tüm olanaklar sunulsa da o çocuksuz saflığın verdiği hazzı tadamayacakları gelecekte elbette birileri bunun faturasını ödeyecektir, ödemelidir de? Bu duruma beni derinden etkileyen ve şimdilerde neden daha az mutlulukla yetiniyoruz? Gibi sorgulamalarla kafamızı dolduran sorulara güzel bir örnek vereyim. 1996-97 yılarıydı. Henüz öğretmenliğin başlarındayken, ilçe merkezindeki ev sahibimiz Mehmet Bey`in ilkokul üçüncü sınıftaki oğlu Furkan, hafta sonunun gelmesinden neferet eden gözlerle bana manidar mesajlar vermekteydi. O, il merkezinde bir özel eğitim kurumu öğrencisi, bense bir mezrada sınıf öğretmeniydim. İkimizi hafta sonu bir araya getiren şey, olabildiğince ağır ödev yükünden başka bir şey değildi. Sadece on on baş dakikalık yardımla işin püf noktalarını göstermeme karşın, onlarca soruyu daha çözmesi gereken Furkan`ın asla yerinde olmak istemezdim doğrusu. O çocuğun apartmanın önünde oyun oynadığını hiç görmedim, göremedim. Ne de üzücü, düşündürücü bir durumdur bu. Bizler her ikisini de dengeli şekilde yapabilirken. Çocukluğun verdiği hazları oyunda yaşama lüksünü birebir yaşar, okulun gereklerinden de geri kalmazdık oysa.

Başkalarının da günün birinde kaleme almayı düşüneceği, o dünleri doyasıya yaşayamamanın hüzünlerini dillendireceği çok şeyin olduğundan eminim. Günün çocukları, gençleri, emeğin, hayatı ilk elden yaşamanın oldukça uzağında kalmalarından ötürü, kendilerine sunulan nimetlerin farkındalığında da son derece duyarsızlar doğal olarak. Sadece bir haftada yepyeni cep telefonuna sayısızca düşme, ekranda çizilme, kırılma ve nihayetinde de pert olma niteliğini kazandırmayı başaran bu nesil, onlarca teknolojik ürünü de aynı cihetle kullanacak, daha doğrusu ekonomik ömürlerini doldurmadan kullanılamayacak hale sokacak doyumsuzlukların faturaları ile tecrübelenecekler maalesef. Bu durum asla onların suçu değil. Hayatı, onun bizzat öznesi olamadan yaşamanın, deneyimlemeye çalışmanın elbette hem kendilerine hem de onları çevreleyen her şeye karşı bir bedeli de olacaktır.

Belki de ilk kazanılan paranın bize kattığı şeyleri hafide alırız. Oysa bu durum ne de çok farkındalığımızın adeta gözlerini açan, duyarlılıkları geliştiren, güven telkin edendir. Ayakkabılarımın içine onca kayatuzu dolmasına karşın, onu inatla değirmenin ağzına kürek kürek atmaya nasıl da devam ettiğim geliyor aklıma. Her bir kürek, emekti, hayata dokunmak, ondan emek karşılığında nemalanmaktı. Belki de birkaç günlüktü bu çalışma faslı ve fakat hayatımdaki yankılanışı onlarca yıla bedeldi. Henüz iller arası görece iken, babamın verdiği harçlığı çoktan tüketmiş olan ben, o miktarın üzerinde ve kendi emeğimle, bir bedel ödemeyi göze alarak daha da fazlasını kazanmıştım. Kendi güç ve irademizle ortaya koyduğumuz her ne varsa kanımca pahasızdır. Bu bir kâğıttaki karakalem çizim, bir basit onarım, düzenleme, tertip ve temizlik gibi çokça şey olabilir. Ortaya farklı bir değer katabilmek, emeğin meyvesini sahiplenmek ve onu da dilediğince kullanabilmek ne de güzel bir histir. Bugün ne kadar da emek, akıl, duygu da katmış olsak, o günlerin lezzetini bir türlü alamıyoruz.

Teknoloji ile giderek artan baskısından ötürü uyum yaşamakta olan kritik yaşlardaki bizler, halen güncel kalabilmiş isek burada o eskilerden kalma cevval yanımızın büyükçe tesiri olduğunu dile getirmek gerekir. Aynı sorunu köy imamı da yaşamıyor mu? Kendi planına ve hizmet verdiği yere göre şekillenen Cuma hutbeleri dahi merkezi sistemle verilmeye başladıktan sonra, kimi zaman banttan ezanın okunmasına, kimi zaman da hutbe içeriğinin yine banttan aktarılmasına sadece bir tuşa basarak görevini icra etmeye çalışmak, geçmiş yıllardaki hazzın neresindedir? Güdümlenmiş bir hayatı içine içine sürüklenen bizler, nasıl olacakmış da mazimizdeki o daha zorlu hayatın dikte ettiği zorluklara karşın daha mutlu olduğumuz o günleri özlemle anmayalım. Mahallenin küçükleri olarak aynı caminin imamı ile yan yana abdest almaka ve hatta iki satır muhabbet etmek lüksü şimdilerde ne mümkündür? Biraz daha inisiyatif alarak ezanı, selâyı ve cami içinde de müezzinlik yapan arkadaşlarımı hiç konuşmadım bile… Bütün bu hazların öznesi olduğumuz günler gerilerde kalırken, bizler de hayatın içinde olma vasfından ayrıldık, ayrıştık sanırım. “Bu bir veda havasıdır “ şarkı sözlerinin zihnimde nasıl yara açarcasına hakikatin ta kendisini olduğunu hüzünle düşünürüm . Bu hissiyatların binlerce ve belki de milyonlarca paydaşı olduğundan eminim.

Dokunabildiğimiz, nefeslenebildiğimiz yerlere dair etkileşim içinde olabildikçe, bizlerden de geriye bazı izlerin kalması ve geleceğe dair öykülerin birikmesi arzu edilendir. Mekânlardan ve insanlardan kaçışların ortaya koyduğu, kendine bile uzaklaşmış insan yığınlarının genişçe bir kadrajdan nasıl da dramatik geldiğini söylemem gerekir. Giderek daha derin yalnızlıkların içinde kaybolan hayatlar, zaten günün birinde de bitecek olmasına rağmen hangi umursamazlık ile daha da borç bir hale getirilirle böyle? İşte, hayat ile hayat dışı arasındaki temel sorulardan ve hatta sorunlardan biri de bu olmalıdır. Bize doğru her şekliyle ve tabiatın kendi içindeki kurallar silsilesince yankılanan çevrenin, onun tamamlayıcı ve en de önemli öznelerinden biri olarak bizlerin bu dolu dolu akışa kayıtsız kalmamız nasıl düşünülebilir? Kaçınılmaz bazı gerçeklerin bizleri her bir merhalemizden sonrakine geçişimizde adeta gurbet yolcuları misali hissiyatlara sevkeden hayat, yeni kararlarla ve veya dönemlerde nasıl karşılar bilemeyiz ve fakat yaşanmış olanların tekrarının olamayacağı ya da o anki doyumların da bir kıstasla sınırlı olduğundan hareketle, keşkelere de sığınmamak gerektiğini düşünenlerdenim.

Bize rağmen “elveda” dedirten bir yanını sürekli dikte etmekte olan bu süreç, “mademki yaşıyorum” cümlelerini temel alarak , o halde “rol de benim, geçici bu sahne de “ demeyi gerektirir kanısındayım. Elimizden gelenleri olabildiğince yapmaya çalışmanın verdiği huzuru asla pişman olmayacağımız her sonraki dönemin daha da iyi başlayabilmesi için de bir zaruret olarak kabul etmek gerekir. Ne denli sığ olanaklarla sınanıyor olsak da, bizi ille de farklı sorumlulukların üstesinden gelmeye itmekte olan hayatı sadece iki elle, kolla değil; yürekle, akılla, sağduyuyla, hayallerle de yakalamak, ben de varım demektir. Bunu gönül rahatlığı ile söyleyebilen, gereği olan ilkeli hayatı da işe koşabilenlerin mutluluğunu hiçbir maddi ölçüyle tartmak mümkün olmaz.

Son demine kadar, son nefese, adıma, duyguya kadar var isek, dikte edilen şu “elvedaları” belki burukça ve fakat ezilmeksizin söylemek, söyletmek gerekir. Ben, içinde bulunduğum olanakların genişliğine veya darlığına bakmaksızın, üzerime ne düştüğüne ve bunların ne ölçüde ağır olup olmadığına da bakmaksızın geride tebessüm uyandıracak bir “elveda” bırakanlardan olmayı seçiyorum. Hayat, seçeneklerimizle yönü bulmak ve yol almak anlamında ise, bu duygu ve düşünüşle şu satırlarda ortaklaşan her bir okurun da bir kere daha gelinmesi mümkün olmayacak faniliğe sanki bir başyapıt edasında “elveda” demesini, diyebilmesini temenni ediyorum.

“ Yalanmış hepsi yalan
Yalanmış hepsi yalan
Sevmek diye bir şey varmış
Sevmek diye bir şey yokmuş.”
(Besteciler: Ahmet Kaya / Hasan Huseyin Korkmazgil )

Oğuzhan KÜLTE

Paylaş:
(c) Bu yazının her türlü telif hakkı şairin kendisine ve/veya temsilcilerine aittir. Yazının izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.
Yazıyı Değerlendirin
 

Topluluk Puanları (1)

5.0

100% (1)

Elveda Yazısına Yorum Yap
Okuduğunuz Elveda yazı ile ilgili düşüncelerinizi diğer okuyucular ile paylaşmak ister misiniz?
ELVEDA yazısına yorum yapabilmek için üye olmalısınız.

Üyelik Girişi Yap Üye Ol
Yorumlar
Bu şiire henüz yorum yazılmamış.
© 2025 Copyright Edebiyat Defteri
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.

Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.
ÜYELİK GİRİŞİ

ÜYELİK GİRİŞİ

KAYIT OL