10
Yorum
34
Beğeni
0,0
Puan
917
Okunma


Cano, Fate ve ben, üç derviş gibi yan yana, yerde bağdaş oturmuşuz. Karşımızda da Eylo...Fate Cano’nun saçlarını okşuyor, başından öpüyor, tıpkı şefkatli bir annenin himayesi altına girmiş küçük bir çocukmuş gibi...Sonra elleri ve gözleri; bir melankolinin iyice hissedilebilmesi ve her bir hareketinin beş on saniye ağırlaştırılıp; derimizin altındaki kaslarımızı gererek tüylerimizi havaya kaldırması için kısa bir süreliğine durunca, kirpiklerinin kıvrımlarında zar zor zapt edip, akıtmamak pahasına direttiği o inatçı iki üç damlasına da avuçlarımı dirsek temasıyla naifçe uzatarak, bizi devre dışı bırakıp gözümüze sokmaktan çekinmedikleri bu duygusal anlarına ortak olmak niyetindeyim. İşte o an anlıyorum Cano’ya ne kadar değer verdiğini. Hayatının merkezine oturtup, göbek bağını kesmeye kıyamadığı refakatçi ve sadık kutsal bir yeminle ona sıkı sıkıya nasıl tutunmaya çalıştığını ve bi türlü kopamadığını. Hemen yanı başlarında, burunlarının dibindeki yerden, kendime bile itiraf etmekte zorlandığım saçma sapan bi kıskançlıkla imrenerek seyretmekle yetiniyorum olan biteni..."Neden beni de öpmüyor? Başımı neden okşamıyor? Benim ihtiyacım, benim acım hiç yok mu?" Cano da baya üzgün, hasta olan sanki Fate değil de kendisiymiş gibi gözüküyor.
Size bi şey söylim mi kızlar? Hepimiz de hastalık hastasıyız ve bunun ilacı falan da yok! Bir daha da eskisi gibi hiç olamayacağız. Olmak istemediğimizden değil, istesek de olamayız artık. Ben bunu kabullendim ve yaralarıma daha bi sımsıkı sarıldım. Baktım yanımda kimse de yok, iş başa düşünce onların da yasını tutmaya başladım sırt sırta, omuz omuza vererek.
...
Tanımadığım bir ailenin, sorunlarının içindeyim. Karı koca tartışmak için küçük kızlarını odasına gönderiyor. Dikkatinizi çekti mi bilmem ama bu kavgalar nedense hep böyle sofranın üstünde başlar, hani o lokmaların da nedense bi kasıtları varmışçasına boğazımıza dizilmek gibi alıp veremedikleri bi dertleri de olur hep içten içe bizimle...Anne konumundaki kadın bana "al bu sütü götür içir kızıma, aç acına yatmasın!" diyor. Ah bu anneler! Her hüzünlü kadrajda g.offret tadı bırakıyorlar insanın ağzında...Dilinizi var ya o dilinizi yerim sizin! Ama o dilinizi sadece uyurken değil, konuşurken de üst damağınıza yapıştırın ki rahat bi nefes alın. Denemeyenlere duyurulur! Benim de yeni haberim oldu, ki ben zaten bu ağırlaştırılmış muhabbetler yüzünden hep böyle birkaç asır gerilerden geliyorum.
Elimdeki çay bardağıyla kızın yanına gidiyorum. Çok az bi şey süt var içinde, yarıya kadar bile dolu değil. Bardağı ağzına götürüyorum o da mızmızlanıp duruyor. Annelerin bir huyu vardır bilirsiniz, illa o yemek son lokmasına kadar yenecek! Şimdi olmuşum ben...Kız direndikçe tepem atıyor, elimle çenesinden tutup, dudaklarını büzerek ağzının içine boşaltasım var sütü...Aklımdan geçiyor ama çocuk işte n’aparsın? Tatlı dille ikna etmeye çalışıyorum ilkin..."Aaa bak bak kuş uçtu! Kız bak aaa burda ne varmış! Söz bak! İçersen sana gofret de veririm!" İçmiyor anacım n’apim zorla mı içirim, inatçı kızın da sana çekmiş! Vıdı vıdı ettin bırakmadın ki ağız tadıyla iki lokma yiyelim. Sonra bi bakıyorum öteki elimde de sütlü bir su bardağı tutuyorum. Haydaaa! Birini içirdik de öbürü kaldı!
Her ikisini birden tıkıyorum kızın ağzına...Kız kilitlemiş çenesini ben hãlã zorluyorum. Dudağının kenarından sütler damlıyor üstüne "içmicam! içmicam!" deyip zırlıyor. "Kız bak içmezsen büyümezsin haaa...böyle küçücük sıpa kalırsın söylim sana!"
"Bana ne! Bana ne! İçmicam işte rahat bırak beni!"
-Zıkkımın kökünü iç! Heh! oldu mu? Rahatladın mı şimdi?
He vallahi rahatladım. Bu çocukları böyle bilmiş, şımarık yetiştirip tepemize çıkartıyorsunuz sonra da uğraş dur!
...
Meryem indirimden birkaç paket siyah çay almış, poşetleri sallayıp sallayıp duruyor "söyleseydin ya kız bana, ben de alırdım." diyorum. Türk marketine giriyoruz, dükkan sahibi de kaçak çay getirmiş, açık çuvaldan büyük metal kepçeyle doldurup kilo hesabı satıp veriyor. Beyaz market poşetiyle bir torba dolusu alıyorum, "borcum ne kadar?" diyorum "24 Euro" diyor. Kafamda yuvarlama bi hesap yapıp "normal paket alsaydım daha ucuza gelirdi!" diye düşünüyorum. Uzun düşününce adam da kıllanıyor tabi "işine nasıl gelirse bacım, alma o zaman!" diyor. Hay ben senin bacının da...senin sıfatının da...Heh! Almıyorum işte, hadi bakalım! Poşeti fırlatınca keçeli sakallarına çay otları yapışıyor. Sinirden güle güle bi hışımla çıkıyorum dükkandan. Zıkkımın olmasın heee...çay içersin bana! Hadi bakim topla şimdi yerden!
Havadaki toz bulutuna karışan çay otlarını görünce annem aklıma geliyor şimdi de...Annemin işten çıkar çıkmaz; her seferinde akşam saatlerinin o yoğun ve tempolu rutin trafiğine takılıp alışık olduğu üzere, dakikalarca ayakta dikilerek yine yorgun argın eve geldiği çileli bir günün ardından, ayaklarını tam da sephaya uzatmış rahat bi nefes alacaktı ki; telefonun sesiyle aniden irkilmiş, kulunçlu kemiklerini de içine kazıp gömdüğü çekyattan fişek gibi ayağa beraber fırlattıktan sonra ahizeyi kaldırarak kibar olmaya çalıştığı misafirperver ve zorlama bi ses tonuyla karşı tarafa "buyrun gelin gelin evdeyiz tabi!" deme gafletine düşünce de; söylene söylene, agresifleşen uzuvlarının topunu birden istemsizce mutfağa doğru sürüklemişti ayakları peşinden mecburen. "Hey Allah’ım ya! Günler çuvala mı girdi durdunuz durdunuz tam da şimdi çıkıp geliyosunuz! Kızım gel yardım et, bir işin ucundan da sen tut! Her şeyi tek tek söylemem mi lazım"
Anlaşıldı kabak yine benim başımda patlayacak! Üzgünüm anne evde kabak yok maalesef ama onun yerine taptaze p.atlı.c.anlarım var ve senin de bu saatte karnıyarık yapma sevdan depreşti yani öyle mi? Bana göre hava hoş, ben çok severim de sen bu sinirle bu kadar yükün altından kalkabilecek misin bana onu söyle! Ona göre kollarımı sıvazlim.
Normalde bugünü sade bir menemenli kahvaltıyla geçiştirecektik ama planda olmayan bu davetsiz misafirlerin daha gelmeden, üstümüze yığdıkları bu tuhaf gerginlikleri sayesinde ister istemez bizim de elimiz ayağımıza dolandı. Neyse böyle heyheylerimizle girdik hep beraber mutfağa, annemin getir götür, ayak işlerini yapıyoruz. Sıkıysa yapma bakim! Annem çabucak bi ayranlı kesme çorbası koydu ocağın üstüne, ben de karıştırıyorum. Bi taraftan da patlıcanları kızartıp iç harcı hazırlıyor. Ben de isterdim tabi öbür elimle de salata soğan doğrim ama senin gibi on elimde on marifet yok anacım yani kusura bakma! Tabi annem böyle oflaya püfleye de olsa, baya ağza gelip dişe dokunacak epey şey hazırladı. Karnıyarığı fırına verip pilav yapıncaya dek; anca o vakit ben de bi salataya ucu ucuna yetişebildim. Salata deyip geçmeyeceksiniz efendim! Salata da en az bir ana yemek kadar zahmetli ve meşakkatli bir iştir efendime söylim...
Misafirlerimiz gelmiş içerde oturuyorlar, ben de sofrayı kuruyorum. Misafir odasıyla mutfak arasında mekik dokuyarak gözlerine girmek için yersiz bi çaba sarfediyorum. Bunlar da karı koca gelmişler, bilmiyorum bana talip olup baş göz edecekleri yakışıklı bir oğulları var mıydı ki acaba? Annemin meşhur lafıydı o zamanlar "gelin gibi oturma kalk çay doldur!"
Mutfağa gidiyorum yine...Ben istemesem de ayaklarım otomatiğe bağlı uzaktan kumandalı bi robot gibi götürüyor peşi sıra...Ohhh! mutfaktan da mis gibi kokular geliyor! Annem fırını açıyor, o sıcak buharı görünce ürperiyorum. Sakat iş bacım iki bezle tutmak...Allah korusun dememe kalmadan tepsi kayıp düşüyor ellerinin arasından...Annem ellerini başına götürüyor, ben gözlerimi yumuyorum. Korkudan bi şey de diyemiyorum. Bi yerini yaktı mı yakmadı mı soramıyorum da bi şey...Dilimiz suspus, içerde misafir oturuyor, bu işi bi şekilde kendi aramızda sessizce çözmemiz lazım ama nasıl? Annem desen pancar gibi kızarmış kadıncağız zaten! Gözlerimi açmamla annemin yerdekileri; sıcağa dayanıklı ve bu işler için biçilmiş kaftan elleriyle çabucak yerden toplayıp tepsiye dizmesi bir oluyor. Nasıl yaptı etti bilmiyorum ama ben o kadarını gördüm yalnız...Bazılarının görüntüleri bozulmuştu ama karın doyururdu başka da çaresi yoktu. Millet sofraya oturmuş aç biilaç yemek bekliyordu.
"Anne n’apıyosun Allah aşkına? Onlar yenir mi artık?"
-N’apim kızım? N’aapim? Sen söyle! Yerde bok mu var sanki? Bu bi tanesini çıkarayım da bunun şekli kaydı çünkü, bunu sonra ben yerim!
Yapacak bi şey yok oturduk yedik afiyetle bi güzel! Çok da lezzetli olmuştu, annemin de ellerine sağlık!
...
Meryem yanıma geliyor, market arabasının alt kısmını tuvalet rulolarıyla doldurmuş "kız bak sen de al, bunlar ucuzlamış! Demedi deme sonra!" Reyona gidiyorum ekonomik paket, 20’li olanlardan 6,49..."Eee? Ne farkı var şimdi onluk rulolardan?" Peşimden standart ürünlerin oraya gelip fiyat küpürlerini beraber incelemeye ve yine sonu dokuzlu biten bu iç gıcıklayıcı uyuz sayıları yuvarlayarak, kafamızın içindeki makûl rakamlarla yüzleştirip, bütçemize uygun mu değil mi, daha az masraflı bi yere oturtmaya çalışıyoruz. Kibar bi dille kısaca kendimizi enayi yerine koymamak için çırpınıp duruyoruz yani...
Hadi neyse diyorum alim bi tane 30 kuruş otuz kuruştur, ye ye bitmez! Kasaya geliyoruz, önce Meryem haftalık ihtiyaçlarını diziyor yürüyen banda sonra da ben..."Meryem ben bu kadar aldım ama bagajda yerin var mıydı sormadım da!"
- Ohhh! Ne güzel valla! Bana aldırtmazsın kendin de almışsın bakıyorum!
Meryem’i dumura uğratıp şaşkınlığının ifadesini de yüzüne zımbaladığım mimiklerine bakınca, arabasından hangi ara geri bıraktığını bile hiç fark etmediğim rulolarını da gözlerim arayıp bulamayınca yine gülesim geliyor. Bir kere de sıçmayın kardeşim! Sıçmayın zor mu?
"Ay canım kıyamam sana ya! Kız sen hangi ara bıraktın onları? Hiç görmedim. Valla görüyosun halimi işte! Ben böyle iyice yüzsüz, arsız, utanmaz bi şey oldum çıktım Meryem! Kusuruma bakma olur mu? Canım benim ya!"
...
"Bir zamanlar bilge bir kişi, gerekli olmayan şey günahtır, demişti. Ve eğer bu doğruysa, uygarlığımız baştan aşağı günah üzerine kurulmuş demektir."
Offret [Kurban]~Andrei Tarkowski
♧m.g♧