5
Yorum
5
Beğeni
5,0
Puan
1501
Okunma
1988 yılının bir haziran sabahı Gelibolu ilçesinin şirin bir köyünde ilk okulu bitirmiş olmanın heyecanı ile son karnemi alacağım güne uyanmıştım. Hemen yan yatakta uyuyan benden altı yaş ufak kız kardeşim Gülçin daha uyanmamıştı. Sessizce yatağımdan doğrulup pijamalarımı çıkardım. Annemin sesi mutfaktan duyuluyordu. Kokusu hala burnumda olan kızarmış ekmek soba üzerine konulmuş tel ızgarada çıtırdıyordu. Son kez siyah önlüğümü ve pantolonumu giydim , ilk okul hayatım boyunca takmayı bir türlü beceremediğim beyaz yakayı elime alıp koşarak mutfağa gittim.
Annem beni o halde görünce gülümseyerek ;
- Koca çocuk oldun , okul bitti sen hala o yakayı takmayı öğrenemedin be oğlum , gel hadi gel takayım.
O sırada banyoda sakal tıraşı olan babamın sesi duyuldu ;
- Beceriksiz ne olacak , kime çekmiş bilmem , ayakkabılarını bağlamayı da öğretemedim ben ona.
El becerim yoktu , bağlanması gereken eşyaları sevmezdim. Neyse ki birinden bugün kurtulacaktım ,yakasız bir hayat oh be diye düşünürken babamın banyodan mutfağa geldiğini görüp başımı öne eğdim. Korkardım babamdan , annem kadar sevmezdim de.
Kahvaltıyı biz yer sofrasında yapardık. Babamın geldiğini gören annem hemen sofra bezini yere serip , sofra dediğimiz yuvarlak ,ahşap ,üstü vernikli ,iki yatay uzun ayağı olan o günün sehpası diyebileceğimiz aleti, yuvarlayarak odaya serdiği bezin üstüne koydu. Sofralar o zamanlarda hamur işi yaparken yufka açma amaçlı yapılmasına rağmen köy yerlerinde üzerinde yemek yemek amaçlı da kullanılıyordu. Çeşitli oturma şekilleri vardı , kimisi bağdaş kurar , kimisi iki dizini kırarak oturur , kimisi de bir bacağını altına alıp diğer bacağını dikey vaziyette diz kırarak o bacaktan destek alarak otururdu. Kadın ve erkek oturuşları değişirdi. Ben genelde bağdaş kurardım , dedem öyle otururdu hep ve ben dedemi idol olarak almıştım.
Sabah kahvaltılarında mutlaka yine soba üzerinde bir maşa üzerinde kızartılmış peynir , süt, yumurta ve kızarmış ekmek olurdu. Sırf ekmek kızartabilmek için annem yaz günü dahi çalı çırpı ile sobayı bir yakımlık tutuştururdu. Soba dediğime bakmayın , bizim buralarda Bulgaristan’dan göçenlerin dilimize soktuğu peçka dedikleri , uzun , içi tuğlalı , yan tarafında fırın benzeri bavul dedikleri poğaça , börek pişirilen alanı olan , üstte yemek pişirme amaçlı kapaklı delikleri olan çok işlevli bir aletti. İçinde sadece odun yakılırdı , annem ne zaman tavuk kesse içindeki korun üstüne maşa koyar bize tavuğun ciğerlerini ve katı dediğimiz aslında tavuğun midesini pişirirdi. Öyle güzel olurdu ki...
Bazen babam mantar getirir yine maşa üzerinde üzerine hafif tuz sepeleyerek pişirir etten daha lezzetli olurdu. Her iş çıkışı babamın eline bakardık kız kardeşimle. Elinde poşet gördük mü sevinirdik mantar diye. Babam ormancıydı , odun sorunumuz yoktu , bulunduğumuz köyün bitki örtüsü kısa çalı biçiminde yassı iğneli sert yapraklı pırnal denilen bitkilerle doluydu. Yaz aylarında köylüler tarafından kesilirdi o pırnallar , köylerde ekmek fırınlarında yakılırdı. Dolayısı ile çalı çırpı sorunu da yoktu. Bir seferinde çocuklar ile oynarken üzerine düştüm pırnalların , her yerim çizilmişti , günlerce krem sürerek uyumuştum , neyse ki iz kalmamıştı.
Sabah kahvaltısı süresince kimse konuşmazdı , eskiden sofrada konuşmak , gülmek ayıplanırdı. Hele ağzında bir şey varken konuşursan şaplağı yerdin. Büyüdüğümde anladım boğulmamak için ağzın doluyken konuşulmayacağını.
Kahvaltı bittiğinde babam beni bekle dedi. Onun giyinmesini beklerken neden beklememi söylediğini birazda korkarak düşünmeye başladım. Çünkü babam bana bekle dediği zamanlar genelde ya bir yaramazlık yapmışımdır ya da onun memnun olmadığı bir davranışım olmuştur.
Babam giyinmiş sadece elinde bir kravatla bana doğru yürümeye başlamıştı. Tedirgin olan bir çocuk gibi annemin eteğine tutundum. Korkulu gözler ile babama baktığımı gören annem ;
- Ne oldu Mehmet neden takım giyindin ?
Babam ;
-Bu gün daireye gideceğim , orman şefi çağırdı .
Annem ;
-Hayır olsun ?
Babam ;
-Hayır hayır , eh çocuğun okulu bitiyor , kız da yeni ilk okula başlayacak , bende bir dilekçe verdim orta okulu olan bir ilçeye ya da köye tayin olmak istedim. Burada orta okul yok , çocuklar Gelibolu’ya
taşımalı gidip geliyor , madden de zor , çocuklara da zor olur . Sanırım o yüzden çağırdı beni daireye.
Annem başını öne eğerek;
- Yine mi taşınacağız , çok zor ev taşımak , tam alışıyoruz bir köye , çocuklar alışıyor , yeniden farklı bir yere , yeni insanlar , komşular edinmek bilmediğin yerde zaman alıyor.
Babam ;
-Ben memurum unuttun mu ? Şimdi ben tayin istemezsem iki yıl sonra devlet beni bir yere gönderdiğinde daha zor olacak. Ki biliyorsun dört beş yılda bir tayin oluyoruz. Çocuklara da zor olacak , tam okullarına alışacaklar , daha okul bitmeden başka bir okula gitmek zorunda olacaklar. Biliyorsun Çağdaş ilk okul üçe kadar önceki köyde okudu , bu köye gelince üçten başladı, alışana kadar ben okula gitmek istemiyorum diye ağlamadı mı ?
Annem ;
- Haklısın , en iyisi bu .
Babam başını sallayarak bana doğru geldi. Önümde eğilerek ;
- Sen şimdi bir bağdan kurtulduğunu sanıyorsun ya , ha işte bu elimde tuttuğum bağ yeni bağın , kravat derler buna ve gideceğin orta okulda bunu takacaksın. Ama önce bağlamayı öğreneceksin. Beni iyi izle.
Çöktüğü dizine kravatı geçirip bağlamaya başladı ki bir ucunu aradan sokup diğerini içinden geçirip üçgene benzer bir düğüm çıkardı ki ah dedim Çağdaş şimdi ipi tuttun.
Babam yaptığı düğümü çözüp kravat denilen başıma bela olacak mereti bana uzatarak ;
- Gördün mü nasıl yaptığımı ? Al şimdi sıra sende.
Önce anneme baktım , annem kafasını sallayıp yap dedi. Ellerim titriyordu ki yapamadığımda başıma gelecekleri düşünmekten ne yapacağımı unuttum. Bir düğüm atmışım ki kravata o kravat hala çözülmeyi bekliyor hatıra olarak. Babam bile çözemedi o gün , sinirden anneme bana başka bir kravat getir deyip bağlamadan evden çıktı. Giderken de lafını esirgemedi tabi ;
- Adam olmaz bu , beceriksiz...
O sabah ağlayarak okula gitmiştim. Karne günleri okul öğleye kadar olurdu. Son ders bütün çocuklar sınıflarda hep bir ağızdan ;
-Ak deniz ,Kara deniz biz karneleri isteriz , karneleri vermezseniz , biz bu okulu terk ederiz !
Diye avazları çıktığı kadar inletir ,köy kahvesinden duyulurdu sesleri. Öğretmen karneler ile sınıfa gelir susmazsanız vermeyeceğim der ve herkes susardı. Sırayla ismi okunan tahtaya çıkar öğretmenin elini öper karnesini alırdı. Karneler dağıtıldıktan sonra zil çalar , herkes tek sıra halinde okulun önüne getirilir , sınıf sınıf izaha geçer , boy sırasına göre dizilir ve İstiklal Marşı okunana kadar çıt çıkarmazdı.
İstiklal Marşı okunduktan sonra o çocukların topukları yere değmezdi koşa koşa evlerine gitmek için.
Sanki yaz tatili beş dakika sonra bitecekmiş gibi , teneffüse çıkmış edası ile .
Karnesi zayıf olanların yürüyüşlerinden belli olurdu. Koşmazdı , okul ile ev arası yol onlara dünyanın en yakın mesafesi gibi gelirdi.
Güzel günlerdi ,her ne kadar yokluk olsa da , okula , öğretmene bir saygı vardı. Öğretmen yanından geçtiğinde selam vermek için birbirini ezerdi çocuklar eskiden.
Ve nihayet ilk okul bitmişti ,yeni bir yere taşınmak ve yeni arkadaşlıklar edinmek , orta okul bilinmezliği içerisinde beni nasıl bir yolun beklediğini bilmeyerek tatsız bir şekilde eve geldiğimde annem çok zayıfın mı var karnende diye sordu ...
Anneme karnemi uzattım ;
- Sadece matematik 4 diğerleri hepsi beş , sen neden üzgünsün ?
Hiç diyebildim sadece ,o günden sonra defalarca o kelimeyi kullanacağımı bilmeyerek
- Hiç...
...
Ah Benim Yetişemediğim Çocukluğum isimli kitabımdan bir bölüm...
Kitabım yayınlanmadı , belki bir gün okuyucusu ile buluşursa anımsarsınız bu bölümü...
Her zaman sevgi ve saygıyla...
Çağdaş DURMAZ
5.0
100% (3)