0
Yorum
2
Beğeni
0,0
Puan
157
Okunma
Zaman dediğimiz şey bazen bir kuş tüyü kadar hafif, bazen kurşun gibi ağır. Her an, bir düş gibi geçer gider, tıpkı bir nehrin akışı gibi; sabah güneşiyle uyanırken, gece karanlığında kaybolur. Gecelerin içinde kaybolurken, yıldızlar bile şahit olamadı içimdeki fırtınalara. Her şeyin ardında bir anlam, bir sır aradım, ama bulduğumda fark ettim ki, belki de aradığım şey kendimdi.
Her ruh bir tohumdur, dedi yaşlı çınar, bir sonbahar akşamı. Kırılgan görünse de içinde koca bir ormanı taşır. O gün fark ettim ki, yaşam bir sanattır; her fırça darbesi, her adım, her düşüş ve her kalkış bir anlam taşır. Oysa yaşamın derinliklerine inmeye çalıştıkça, zamanın topraklarında kaybolduğumu hissettim. Hatıralar öyle bir şey ki, silmeye çalıştıkça daha da belirginleşiyor, tıpkı yağmurda ıslanmış bir resim gibi. Ve her hatıra, bir yansıma gibi öne çıkıyor, bir öyküye dönüşüyor.
Göçmen kuşlar öğretmişti bana en büyük dersi. Her sonbahar güneye doğru kanat çırparken, geride bıraktıkları sadece mevsimler değil, eski benlikleriydi. Kimi zaman da, içimdeki sessizlik öylesine gürültülü oluyordu ki, kulaklarım çınlıyordu. Sokaklar dolu, evler dolu, kafeler, parklar, her yer insan kaynıyordu ama yalnızlık bir gölge gibi peşimi bırakmıyordu. Belki de yalnızlık değil bu, kendimi bulamamak sadece. Her aynada başka biri, her sokakta başka bir hikaye, hangisi gerçek, hangisi hayal, ayırt edemiyorum artık.
Nehir nasıl denize kavuşmak için tüm engelleri aşıyor, kayaları yontuyorsa, ruhumuz da öyle akıyor kendi hakikatine doğru. Bir yolculuk gibiydi hayat; bir adım, bir dönüşüm, bir değişim. Bazen çağlayan olup köpürür, bazen durgun bir göl gibi dinlenir, ama hep akardı. Durduğunu sandığımız anlarda bile, derinlerde bir akıntı vardı. Her kayıp, yeni bir buluşun habercisiydi.
Bir zamanlar içimde bir çöl vardı; susuzlukla, kırıklıkla doluydu. Çöldeki bir kaktüs gibiydim, dikenlerle koruyor, hayatta kalmak için direniyordum. Oysa çölün kendisi öğretti bana: En kurak toprakta bile bir çiçek açabilir, yeter ki kök salmaya cesaret edebilsin. Kalbimin derinliklerinde taşıdığım su, tüm çölü yeşertmeye yeterdi. Zamanın içinde kaybolan anlar vardı; hiç yaşanmamış gibi duran ama içimde derin izler bırakan. Her an, bir arayıştı. Kaybettiğimde bulduğumu düşündüm, bulduğumda kaybettim. Ancak fark ettim ki, belki de hayat bu: Kaybederken bulmak, bulurken kaybetmek, ve bu döngünün içinde kendini yeniden ve yeniden keşfetmek.
Bazen kelimeler yetersiz kalıyor, bazen de fazla geliyor. Bir cümle kuruyorum, içine bütün hayatım sığmıyor. Bir nokta koyuyorum, her şey yarım kalıyor. Eksik bir şarkı gibi melodisi yarıda kesilmiş, bir şiir gibi son dizesi yazılmamış. Ama her eksiklik, bir başka başlangıca açılan kapıdır. Her "zannettiğim" anın ardında bir hakikat gizlidir, tıpkı her kaybın içinde bir armağan bulunması gibi.
Ay bana her gece şunu hatırlatıyor: Karanlık ne kadar koyu olursa olsun, ışık hep vardır. Bazen incelip hilal olur, bazen dolunay olup tüm gökyüzünü aydınlatır. Her faz bir döngünün parçası, her değişim yeni bir başlangıcın habercisidir. Bu döngüde, yolculuk, yalnızca bir varış değil, bir keşifti. Ve sonunda anlıyorum ki, yaşamın en büyük mucizesi dönüşüm, tıpkı tırtılın kelebeğe dönüşürken yaşadığı o kutsal sabır gibi.
Yolculuk devam ediyor. Güneş her sabah doğudan yükselirken, bana hatırlatıyor: Her gün yeni bir başlangıçtır. Her an, yeni bir fırsat. Ve belki de en büyük hazine, bu yolculukta kendimizi keşfetme cesaretimizdir. Çünkü evren, bize şunu fısıldıyor: “Sen, aradığın hazinesin. Kalbinin pusulası seni hep doğru yöne götürecek. Yeter ki içindeki sese kulak vermeyi bil.”
Zamanın ve ruhun yolculuğunda, kaybolduğum her anın ardında bir hakikat ve her kaybın içinde bir buluş bulunuyor. Ve nihayetinde, her adımda, her dönüşümde, kendimizi yeniden keşfetmenin kutsallığını anlıyorum.