5
Yorum
11
Beğeni
0,0
Puan
802
Okunma

(Buz Çölü romanından...)
Yağmur yağıyordu, dünyaya yağmur yağıyordu, onun yüzüne yağmurun taşıdığı melodiler. Derinlere dalacak gibi oluyor ancak buna hazır olmadığını da biliyordu. Boşluğun ruhuna dokunuşu ilk kez olmuyordu ama belleğinin eşyasız odasında “Ben bir boğulma uzmanıyım.” diye haykıran kadını ilk kez duyuyordu. Eşinden ayrıldıktan sonra kendisine biçilmiş olan güçlü kadın rolü ağır geliyordu artık ona. Yenilgi takvimi dopdoluydu. “Kimse anlamadı beni” cümlesi masanın öbür ucunda duruyordu. Bu cümle ara sıra “Kimse sevmedi beni” cümlesiyle yer değiştiriyor ve bu akşam tek başına kutlayacağı (kırk iki yaş) doğum gününün tek konuğu kızı Roja’ya bakarken gülümsemeyi hazırlamak yüreğindeki en ağır işçilikti. Bazı özel duygular akın akın ziyaret edecekti onu.
Çocukluk ve gençlik resimlerini sakladığı kutuyu dolaptan çıkarıp her birinde tek tek konaklayarak baktı, gözleri doldu, hayatın nasıl bu kadar hızlı geçip gittiğini düşününce gözyaşlarını tutamadı. O kadar çok hata yapmıştı ki kendine kızıyordu. Başkalarının bıraktığı her hasarda kendine kızmak hassas yürekli insanların travmasıydı. Hayatı hafife aldığı o yıllarda verdiği önemli kararların sonuçlarıyla baş etmek zorundaydı şimdi. Renè Char’ın “Kırk yaşımızda, yüreğimizde yirmimizde sıktığımız bir kurşunla ölüyoruz.” sözü nasıl da uyuyordu ona. Yanında olmasını istediği bir kişi daha vardı ama ona da kırgındı. Kırgınlığı kalıcı olmaya, betonlaşmaya başlamıştı.
Eşinden ayrıldıktan sonra, ki bu ayrılık kararı kolay verilmiş bir karar değildi olgunlaşmış bir öfkenin sonucuydu, ilk kez bir ilişkinin kapısından içeriye adımını atmıştı. O ilk adımı attığı eşikte uzun süre beklemiş, kendi gölgesiyle uzun süre söyleşmişti. Sarp’tan etkilendiği ilk günlerde onunla arkadaş olmuştu. Bu etkileniş tamamen onun entelektüel kimliğiyle ilgili değildi, ondaki ıssızlığı daha ilk günden fark etmişti. Issızlık sıradanlığın zirve yaptığı bu çağda sıra dışı bir özellikti. Bir o kadar da korkutucuydu. Her ne kadar bütün incitici duyguların deneyimini yaşamış olsa da o hâlâ alçaktan uçan bir güvercindi.
Kızının doğumundan sonraki yıllarda, her şeyin sıradanlaşması, eşinin vurdumduymazlığı, eşinin ailesinden çok arkadaşlarıyla daha fazla vakit geçirmesi onu çok sarsmaya başlamıştı. Daha da üzücü olan “Önemsenmeme” duygusunun artık çekilmez olmasıydı. Buzdan kılıçlar girmişti araya. Buzdan ama hiç erimeyen.
En korktuğu insan tipi olan Sarp ile arkadaşlıkları ilk başlarda iyiydi, yani henüz aşk gelip de her şeye burnunu sokmazken. Sarp eşittir “bozkır ve ıssızlık bileşkesi.” Bu bileşke onun ilgisini çekiyordu ve alışkanlıklarını değiştirmişti. Yazışıyordu onunla, bir konu bulup saatlerce konuşuyorlardı. Sonra günlerce Sarp’tan haber alamıyordu. Normal arkadaş olmalarına rağmen ondan da önemsenmeme duygusunu almıştı. Böyle hissettiğinde öfkesini engelleyemiyordu. Ama sonra “Biz sadece arkadaşız, niye kızıyorum ki bu kadar,” diye düşünüyor ve önemsenmeme duygusunu farklı bir yere koyuyordu şimdilik. Onu yakından tanıdıkça başka yönlerinin ortaya çıktığını görüyor, bu ona hem merak hem de tedirginlik hissi veriyordu. Sarp’ın, en kötü durumlarda bile sakin tavırları, göğsünde taşıdığı ve her an savaşmaya hazır duygu ordusu, bu dünyaya ait olmayan sözcükleri, insanlığı kötülüğe teslim eden herkese karşı bütün bedeni ve ruhuyla hazır oluşu ve onun bu tükenmiş dünya ile baş edebilme yeteneği… Belki de el değmemiş hüznün gerçek tarihçesini görmüştü onda.
Uzun bir aradan sonra; on beş gün görüşmemişlerdi ve “Derinlik çok yalnızlık çekiyor, Alev!” demişti kısa süren telefon konuşmasında. “Hep mi beni bulur böyle arızalı insanlar?” diye düşünmüştü Alev önce. Sonra böyle demekle ona haksızlık ettiğini düşündü. Çünkü böyle biriyle ilk defa karşılaşıyordu. Çevresindeki herkes normaldi. Yüzeydeydi; eşi, annesi, babası, kardeşleri, arkadaşları... Birbirinin tekrarı olan şeylerin esiri olmuştu. Telefonda Sarp’ın “Derinlik çok yalnızlık çekiyor.” sözünü söylerken sesine yapışan hüznü kendi hüznüne yakın bulmuştu. O yüzden birkaç adım geri atıp ürkmüştü bu sözden.
İki gün sonra bir Pazar günü kapısı çalındı Alev’in. Saat 11.30’du. Akşamdan, hatta sabahın hiçinden kalma bedenini zorlukla çıkardı yatağından. Kapıya yönelirken gözleri hâlâ uykuluydu. Sabahın bu saatinde şaraptan yapılma bir kadındı. Sarp karşısındaydı hiçliğin ortasında duran bir heykel gibi. O an ona duyduğu sarılma hissini oluşturmak için canla başla çalışan işçi sözcüklerin coşkusu bütün göğsünü kaplamıştı. Öyle şaşırmıştı ki mutluluğa benzeyen bulut parçacıkları dolaşıyordu etrafında. Anlam tanecikleri hayatı yeniden hatırlatmıştı. Tek sözcük kullanmadan anlatabilmişlerdi her şeyi birbirlerine. Alev’in üzerindeki ince kremi sabahlık, şaşırmanın, gizli bekleyişin ve tutkunun bütün rüzgârlarını içine almıştı.
Evine ilk kez geliyordu Sarp. Uzak bir şehirde yaşıyordu. Alev onu karşısında görünce daha birkaç gün önce verdiği bir daha görüşmeme kararı parçalanmıştı. Gerçekliğin parçalanışını sağlayan düşler ve hislerdir. “Haydi, çıkıyoruz!” dedi Sarp. “Nereye?” “Burası senin şehrin; ağaçları yakılıp üzerine oteller dikilmemiş, kuşları öldürülmemiş, sincapları kovulmamış, suları kirletilmemiş, üzerine HES yapılmamış yerler vardır mutlaka.” diye cevap verdi Sarp gülümseyerek. Alev’in yüzündeki gülümseme evin bütün odalarına yayıldı.
Sarp’ın hayatında bu dünyanın bütün güzelliklerini ve insanlığı sonsuz bir trajediye dönüştüren sisteme karşı büyük bir öfke vardı. Bu örgütlü öfke zaman zaman çok sevimsiz bir görüntü oluşturuyordu ama bu onu hem cesur kılıyor hem de ayakta tutuyordu. Haramiler sisteminin sözcülerine göre meslekten atılmış bir akademisyendi. Ama sadece bir akademisyen değildi o; ırk, kan, din, savaş, sefalet ve birbirini yok etmek isteyen toplumların bitmeyen kaos ortamında barışı savunan bir aydındı aynı zamanda. Bakışları kinden, kandan ve kurşundan oluşan gerici bir toplumun hedefinde, anlamın çığlıklarında dolaşan bir gezgindi. Belki de bir Sefilyus.
O gün akşam saatlerine kadar henüz yakılmamış ağaçların altında uzanıp gökyüzünden, görünmeyen işaretlerden ve aşktan konuştular. Aşktan… Alev’e ilk kez aştan bahsetti Sarp. En az kullandığı kelime buydu. Bunun nedenini sordu Alev. Neden böyle olduğunu, dünyadaki herkes gibi mutluluğun peşinden gitmeye çalışmadığını, bu bitmeyen huzursuzluğu taşımanın yorgunluğunu… “Bu bir tercih meselesidir.” diye yanıtladı onu Sarp. Schopenhauer’ın "Gerçeği ve hakiki olanı dile getiren herkes; çürümüşlüğün, çıkarın, kıskançlığın ve anlayışsızlığın ittifakına karşı müthiş bir savaş vermek zorundadır." sözünü hatırlattı. “Ama benim hayatım bir ideolojiden ibaret değil, beni yakından tanımayanlar öyle sanır. Herkes görünene bakar, yüzeyde olana, önemli olan görünmeyeni hissedebilme, ona dokunabilmektir, öyle değil mi?”
Devam etti Sarp ve konuşurken büyülü yolların sesini kullanan, eskimiş, önceliği yitirilmiş bir adamdan bahsetti: “Düşünce acı çektirir.” diye yazıyordu göğsünde, yazmaktan çok göğsüne kazımışlardı bunu. “Düşünce acı çektirir.” Onu ıstırabın ağır işçisi saymışlardı. Koştu insanlara çarpa çarpa, yerlere düştü, kalktı, tekrar düştü, yine kalktı. Dönüp bakmadılar ona. Son bir hamle yapıp çağın sahnesine çıktı. Herkese göstermek için açtı göğsünü, göstermek istemişti kâinatın kalp atışını. Gösteremedi. Hayat tüylenmiş bir kazak gibi kaşındırıyordu bedenini. Yoruldu düşüncenin Zerdüşt’ü. Oturdu dünyanın uçurumlarla dolu kenarına. Kendi kendine konuşmaya başladı, kelimeler birbirine benziyordu. Ellerine baktı; kanıyordu elleri gölgelerin ölümünü temizlemekten. Bir kedi ellerini kiraladı onu sevmesi için. Bir avuç masumiyet oluştu. Bakışlardaki en tenha mahalleydi yaşama sanatı. Devam ediyordu serüven, yanında yürüyen duygu ordusuyla. Bu görünmeyendi. Görünen ise karanlıklar musluğu akarken herkesin ağzını o musluğa dayamasıydı.”
Kainatın kalp atışını göstermek isteyen, bunu başaramasa da vazgeçmeyen ve günün sonunda “Bir kedi ellerini kiraladı onu sevmesi için. Bir avuç masumiyet oluştu.” cümlesine yaslanan o kişiye dönüşen insan hakiki insandır. “Seni o cümlenin içindeki yolculuklara davet ediyorum.” dedi Sarp yeni tomurcuklanmış öpücüklerden oluşan sesiyle. Ama ona ruhundaki meddi cezirlerden bahsetmemişti henüz. Alev, çok sonra öğrenecekti Alev’in sarp kayalıklardaki alev olduğunu. Aşkın neleri kapsadığını, neleri yok edip neleri başlattığını ve derinliğin neden yalnızlık çektiğini. Aşkı aşk yapan belki de aşkın karmaşıklığıdır.
Derinliğin artık yalnızlık çekmediği kırk ikinci yaş gününde, ziyaretine akın akın gelen bu duygular ve anıları bedenine doldurunca anlamıştı. Üzüntünün ve kederin yerini yeni bir duygu almıştı. Bekleyiş. Bir avuç masumiyetin bekleyişi. Kâinatın kalp atışını duyabilmenin bekleyişi. Tıpkı o gün gibi şu an yine Sarp’ın kapısını çalması ne büyük bir armağan olurdu. Gözyaşlarının yerini tebessüm aldı. Pencereden dünyaya yağan yağmuru izledi, yağmurun yüzüne melodi taşıyışını kutsadı. “Hüzün, benim silahım!” dedi ve düşündü; Sarp kayalıklardaki Alev olmak hiç de fena sayılmazdı.