13
Yorum
29
Beğeni
0,0
Puan
1082
Okunma

Müzik okulunun önünden geçiyorum, üç katlı binanın camlarının kanatları; yoldan tesadüfen geçen bir canlıyı kadrosuna rastgele dahil etmek ister gibi ardına kadar açık. Hava parçalı bulutlu, ben de tıpkı onun bu yanar dönerli halinden nasibimi almışım gibi karmakarışığım biraz. Vurmalı çalgıların sesi geliyor içerden. Hayıflanıyorum orda olmadığıma. Dizginleyemediğim bir tutku peydahlanıyor içimde. O büyülü anın ezgili notalarına kulak kesilip, "keşke bu okulun öğrencisi olup, herhangi bir enstrümanını elime alıp çalabilseydim" diyen bir arzuyla öylesine doluyorum ki, bir bulut olup göğü baştan sona yağmak, saçımdan paçama kadar vıcık vıcık ıslanmak istiyorum. Arınmak böyle bir şey mi?
Başlamasıyla bitmesi bir olan kısacık hayali de, kafamın içindeki kalabalığa tıkıştırıp, başıma refakatçilik eden yaşımla beraber çıkıp Bedros’a gidiyorum. Beklediğimden de kısa sürüyor muayyen muayene..."Hoş geldin Meral!" diyor, "Geç otur!", oturuyorum. Sesinde insana huzur veren naif bir ton var. "Nasılsın? Ne durumdayız?" deyince; işkence üstüne işkence görmüş, sorguda çözülmesine ramak kalmış bir mahkûm gibi boynuna sarılıp ağlamak istiyorum ama ağlayamıyorum, bu langırt kollarımla sarılamıyorum adama. "Açar mısın ağzını" diyor, açıyorum. Abeslang demir spatula çubuğunu dilime bastırınca, boğazımdaki düğümleri de yutmak zorunda kalıyorum, geçiyor o his...Sen kendi yaranı istersen yüz kere kazıt usturaya vur, istersen bin kere derisini soy yüz..."Bağışıklık kazandım" dersin, "bu son duraktı, geçti gitti bak! tamam!" dersin, sonra bi bakarsın ki; gözünün ferini iyice söndürüp eline tutuşturan, sahte taşlarıyla ışıl ışıl parlayıp göz kamaştıran, bi sıkımlık canıyla aklını başından alan, cam ayakkabılı külkedisinin peşinden salakça takılıp giderken, kaderinin son şansını da atının terkisine atan, bir içimlik su gibi bombastik Sindirella’sını ’deh, deh! dıgıdık, dıgıdık!’larla kovalayıp; ülkeyi bi baştan bi sona aklı bi karış havada, kör kütük deli divane dolaşan, kürküyle karış karış, kapı kapı gezerek girmedik delik bırakmayan ama sanki bütün kadınların köküne kıran girmiş de, bir ayakkabı numarasını tutturamamış şapşal masal prensimiz gibi kazanovanın teki de aynı tip şekille karşına dikilir böyle...Hikãyenle bağdaşmayan, konuyla hiç alãkası olmayan, anlatsan bile derdine yanmayacak biri; sana dönerli koltuğundan öyle gevşek gevşek bakarak, etrafında fırfır döne döne, o çom ağzıyla sadece kupkuru bir "nasılsın?" demekle bile işte böyle sanki; kalbine bi hançer saplayıp oyuyormuş gibi dumura uğratır seni. Sonra haşatın çıkmış vaziyette, dizginleri daha fazla kalbinde tutamayınca, kaderinin son ısırığını, son kazığını bir de morgları aratmayan bu soğuk ve duygusuz müşahede odalarında yersin. Süklüm püklüm karşılarına dikilip dizine vurup ağlamak da para etmez! Çözülmek böyle bir şey mi?
Bedros’tan çıktıktan sonra annemi arıyorum. Halam ve yengemle akşam yürüyüşüne çıkıp, sonra da bi parka gelip oturmuşlar. "Arayan soran var mı anne?" diyorum, "Cano’yla konuştum" diyor, "Eylül’ün başında teyzenin çocuklarıyla buraya gelecek!" Dudakları titremeye başlıyor yine annemin. Sesindeki can kırıkları, vurmalı çalgıların sesine karışıyor. Eylül’ün güldüğü nerde görülmüş ki biz de ağız dolusu gülelim? Hüznünü de peşine takıp getirir yüzde yüz şimdi sümsük mendebur...Annem ara verdi konuşmaya, ağzı kilitlendi. Harfleri biçme makinasıyla kırpa kırpa yuttu gitti. O sustu, ben sustum. Boğazımızdaki düğümleri bi ç.engelli iğnenin ucunda "iki satır yarayla" birbirine tutturup, bağlılık yemini etmişlercesine bi güzel ilikledim. Ben zaten ağzıma kadar doluydum anne! Ağlamak böyle bir şey mi?
Annem ve bizim berduş Bedros’dan hiç darbe almamışım gibi, tuttum bir de Eylo’yu aradım üstüne. Ben de az değilim! Ben de can atıyorum sanki! Ne zıkkım varsa ha bu içimde, istiyorumki bi kerede tutup kökünden koparsınlar.
"Kız Eylo!"dedim "senin bu biyopsi sonuçlarına n’oldu? hãlã çıkmadı mı?", çıkmış. "Hadi gözün aydın! Ne kadar uzun sürdü böyle, sanki raporu taaa Alaska’dan eşeğin semerine bağlayıp sana yayan göndermişler!" Gülüyor...Gülüyorum. Gülmek böyle bir şey mi?
...
...
Ve uyumadan işe gidiyorum. Uykusuzluk; bi uzay boşluğu...hem kendi ekseni etrafında hem de saat yönünde ters dönen tek zühre. Afrodit çakma ismiyle Yunan mitolojisinde birçok kişiyle adı kötüye çıkmıştır. Uykusuzluk da yoksa böyle bir şey mi?
Ko’daki kodamanlardan biri:
"Bakıyorum yine moraller bozuk, yine yüzünden neşe akıyor!" diyor bana.
-Bu saatte moralim nasıl olsun ki be abi? Yüzümün güller açacak hali yoktu ya! diyorum.
Uyumak...O son durakta; kendimi boşluğa bırakıp, Düldül’den düşüyorum.
Ooo yeee!! Alles gut...Alles schön...Alles Wunderbar!
..
♧m.g♧