3
Yorum
2
Beğeni
0,0
Puan
567
Okunma
Yağmur en sesli ormanda yağar. Başınıza düşmesinden çok önce yapraklardan seken, yerdeki çalılara düşen damlaların sesi gelir. Kar gibi kulakları tıkamaz ama bir duvar, bir engel yaratır duyabileceklerinize. Önce kuşlar susar. Sonra çevrenizdeki hareketlenmeleri duyamadığınızı farkederseniz. Ya yağmur onları bastırmıştır ya da o hayvan çoktan bir yere büzüşmüştür. Daha sonra, yağmur iyice hızlandığında, artık sadece onun sesi vardır.
Doğaldır ki yağmuru dinlemenin ilk koşulu sizin, yani dinleyenin kuru ve üstü örtülü bir ortamda bulunmasıdır. Yeni aldığım çadır da bu tanımı karşılıyordu. Damlalar yumruklarcasına çadırın üstüne düşünüyor; ben de durumu biraz endişe ile karşılıyordum. Ne de olsa bu koşullarda çadırı hiç denememiştim.
“Er ya da geç deneyecektin, değil mi?”
“Kontrollü deneme yapacaktım. Sağlam bir yağmurdan önce çadırı bahçeye koyup içine de Bahtiyar’ı oturtacaktım”
“Bahtiyar da kim?”
“Bit pazarından aldığım bir eski bir vitrin mankeni. Giydiriyorsun üzerine gözden çıkarmış olduğun pamukluları, koyuyorsun çadırın içine. Sabah da kıyafetinin ne kadar ıslanıp ıslanmadığını kontrol ediyorsun.”
“Mantıklı...”
Sustuk. Kampımızın ikinci günüydü. Her şey onun fikriydi:
“Pazartesi de tatil. Gel, senin şu yeni çadırı kurmaya gidelim. Yalnız sessizlik kampı olsun. Yani gerekmedikçe konuşmayalım. Yanımızdaki için değil, doğada olmak için gidelim.”
“Niye konuşmayacağız, küs müyüz? O kadar doğayla başbaşa kalmak istiyorsan vereyim çadırı, kendi git geçir o üç gününü.”
“Öncelikle çadır kurmayı bilmiyorum. İkincisi de tek başıma korkarım.”
Bana biçilen rol çadır kuran hamal ile hayat kurtaran bekçi karışımı bir şeydi. Boş bulunup, kabul ettim.
...
“Sandviçler koyduğumuz torbada ezilmişler. Niye kamp malzemeleri satan dükkana gittiğimizde bana o yiyecek kaplarından aldırmadın?”
“Şu ayıya karşı dayanıklı olan yiyecek kapları mı?”
“Evet...”
“Düşün bakalım: Ayı çadırın yanına geldi. Bu kapları buldu ama açamadı. Açlıktan gözü dönmiş hayvanın. Şimdi neyi yiyecek?”
“Bizi mi?”
“Üstüne bastın. Unutmaman gerek şey de ayının insanlardan çok daha hızlı koştuğu.”
“O zaman ne yapacağız?”
“Ayıdan hızlı koşamazsın ama yanındakinden hızlı koşabilirsin. O yüzden kampa daima senden hantal, yuvarlak hatlı insanlarla git”
“O zaman sen niye benle geldin?”
Benden uzun boyluydu. Uzun bacakları ve o bacakları destekleyen atletik bir yapısı vardı. Hiç yarışmamıştık ama bahsettiğim durum söz konusu olduğunda beni geçeceğinden emindim. Ama dediğim gibi, güzel, uzun bacakları vardı. Eğer göreceğim son şey onlar olacaksa değerdi.
...
“Sence bu kadar yağan yağmurdan sonra toprak akıp gider mi?”
“Ağaçların altında, yoğun bitki örtüsünün olduğu bir yerdeyiz. Toprak biraz yumuşar ama akıp gitmez. Merak etme. Korkacaksan asıl yıldırımdan kork.”
Dedim ve gök gürlemedi. Yağmur olanca hızıyla yağıyordu ama gerisi sakindi. Haliyle yola çıkmadan ve yol boyunca hava tahminlerini takip etmiştim. Yağmuru bekliyordum ama o kadar. Dağları kaplayan bu ormanda on mil yarıçapındaki bir alanda tek üstü kapalı ve kuru yer benim çadırımdı. Sen misin “Konuşmayalım” diye ısrar eden!
...
İyi bir gezgin yanına gereğinden fazla kitap alır ve kampa giden de kitabını iyice sarıp sarmalar. Bir de yanına çok değerli kitap almaz.
“Niye o çöplükten çıkma romanı okuyorsun?”
Çöplüğe reva görülen kitabıma alıcı gözle baktım: 82 baskısı “Farklı Mevsimler”.
“Yanındakinin okuduğuna karışanları başka kıtada bıraktığımı zannediyordum.”
“Merakımdan soruyorum. Niyetim karışmak değil”
“O zaman sessizlik kampına geri dönelim istersen. Buradaki dört uzun hikayeden üçünün filminin çekildiğini anlatmamı dinlemek yerine yağmura kulak ver derim. Gözün senin okuduğun Pi’nin hayatını anlatan kitapta kalabilir”
Daha önce farketmemiştim ama Mart’ın 14 üydü. Amerikalıların kullandığı takvim şeklinde 3-14 diye tarih atılıyordu. Yani bugün Pi sayısı günüydü. Yine de onun bu detayı hatırladığını düşünmüyordum. Kitabı tesadüfen seçmiş olmalıydı.
...
“Sence yağmur ne zaman durur?”
“Bilmiyorum. Telefon buradan çekmiyor”
“Hava durumuna bakmadan bunları kestiremiyor musun?”
“Sen beni Karaayaklar’dan filan sandın galiba. Hiç fikrim yok. Yarın hava açık olacak ama bugün ne zaman yağmur dinip, sular çekilecek, bunu söyleyemem”
“Bu haftasonu yağmur yağacağını biliyordun yani? O zaman niye kamp yapalım deyince kabul ettin?”
“Doğada olmak istedin. Yağmur da doğanın parçası. Üstelik Mart ayındayız. Ne bekliyordun ki? İzninle kitabıma dönebilir miyim?”
...
Sabah uyandığımda çadırda tek başımaydım. Uyku tulumuyla altındaki matını almıştı. Dışarı çıktım. Filmlerdeki gibi ateş yakıp, kendime kahve filan koymadım. Her şey bu kadar ıslakken ne ateşi?! Çadırı topladım, üç saatlik bir yürüyüşle arabama vardım.
Hafta boyunca telefonlarıma cevap verilmedi. Ben de mesaj filan atmadım.
...
Cuma sabahı kapı çaldı. Karşısına evden çalıştığım günlerdeki kıyafetimle, yani tişört ve pijama ile çıktım. Değişmişti. Boyu daha uzamıştı. Üzerinde üniforma vardı. Sesi kalınlaşmış, dahası erkekleşmişti. Hatta erkek olmuştu.
“Yusuf Buke?”
“Buke değil, Büke. İkinci harf Almancadaki gibi ü. Hani über alles diyorlar ya?”
“Theresa Bancroft’un telefonunu en son sizin aradığınızı öğrendik. Tanıklığınıza başvurmak için bizimle merkeze gelmeniz gerekiyor”
“Theresa iyi mi?”
“Sugar Mountain civarında cesedi bulundu...”
“Üstümü değiştirebilir miyim?”
“İki dakikanız var”
Pantolonumu giyerken kapıdaki polise Theresa’nın nasıl öldüğünü sormadığımı farkettim. Şimdi işin yoksa niye bunu merak etmediğini anlatmaya çalış dur. Niye merak edeyim ki nasıl öldüğünün? Ayı yemiştir veya biri tecavüz edip öldürmüştür ya da sarhoş bir kampçı arabasıyla vurup kaçmıştır. Bana ne? Olayları değil, düşünceleri bilmek isterim. Benden başka kimse merak etmiyor mu Theresa’nın ölürken en son gördüğünü?