2
Yorum
3
Beğeni
0,0
Puan
488
Okunma

Din ve laiklik alanında izlediği siyaseti Atatürk uygulamalarının radikalizminin doruk yaptığı saha olarak tanımlamak sanırım mübalağa olmayacaktır.
Kuşkusuz konuyla ilgili algılamalar, değerlendirmeler farklılık arz etmektedir. Kimi zaman harpler döneminde söylediği sözler üzerinden bir dindar Atatürk profili çizilmektedir. Bazen de din konusunda dile getirdiği hususların dönemlere göre farklı hatta bambaşka bir hal aldığı vurgulanmakta, özellikle otuzlu yıllarda tam bir reaksiyon gösterdiği öne sürülmektedir.
Örnekler üzerinde duralım mı?
“Siperler arası sekiz metre. Yani ölüm muhakkak. Üç dakika önce gelen bölüğün tamamı şehit olmuş. Yeni gelenler bunu biliyor ve bir üç dakika sonra kendisinin de şehit olacağının farkında ilerliyor. Ama ne ilerleme! Bir an bile sarsılma, durma, geriye bakmak yok. Okuma bilenler ellerinde Kur’an okuyor bilmeyenler kelime-i şahadet getiriyor. Az sonra öleceğini bile bile gözünü kırpmadan şahadete gidiyor. İşte Çanakkale Savaşlarının zaferle sonuçlanmasını sağlayan şey milletimiz ve onun askerindeki bu yüce ruhtur.”
Burada maddi teknik imkanlarında üstünde ruh kuvvetine vurgu yapılması düzleminde, Mustafa Kemal’in kendini dışta tutarak ya da kendi düşüncesine bağlı olmaksızın milletin psikolojisinden söz ettiği söylenemez. Final cümlesi açık ve net. “İşte Çanakkale Savaşlarının zaferle sonuçlanmasını sağlayan şey milletimiz ve onun askerindeki bu yüce ruhtur.” Denilmektedir açıklıkla. O dönemin manevi motiflerin öne çıktığı harp şartları düşünüldüğünde zafere giden yolun taşlarının başka türlü döşenmesinin imkansızlığı o kadar açık ki. Yaşamı boyunca şartları ve imkanları izlemiş, buna göre hareket tarzını tayin etmiş Mustafa Kemal gerçekliğiyle söz birebir uyum arz etmektedir.
Yine bin dokuz yüz yirmi üçte yaptığı bir konuşmada "Bizim dinimiz en tabii ve makul dindir. Ve ancak bundan dolayıdır ki son din olmuştur. Bir dinin tabii olması için akla, fenne, ilme ve mantığa uygun olması lâzımdır. Bizim dinimiz bunlara tamamen uygundur." Demektedir ki burada da müspet bir din tasavvuru karşımıza çıkmaktadır.
Söz gelimi daha sonraları arz ettiği “Efendiler ve ey millet, iyi biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, meczuplar memleketi olamaz. En doğru, en gerçek yol, medeniyet yoludur. Medeniyetin gerektirdiğini yapmak insan olmak için yeterlidir.” Ya da "Dünyada her şey için, medeniyet için, hayat için, muvaffakiyet için en hakiki Mürşit ilimdir, fendir. İlim ve fennin haricinde mürşit aramak gaflettir, cehalettir, dalalettir.” Demesinde de tarihselliğin, toplumsallığın çalı çırpılarla kaplı keçi yollarına, patikalarına kapılmayan Kur’an ve Peygamber temelli arı duru bir din anlayışıyla ters düşüldüğünü öne sürmek gerçekçi olmayacaktır. Daha öncede naçizane bir yazımda söz ettiğim gibi ilim kavramının bilimin aksine salt pozitif ilimleri değil dini ilim şubelerini de kapsadığı hususu yabana atılmamalıdır.
Öte yandan ilk sözde de dinin bizatihi kendisine değil aracılara, batıdaki teokrasiye benzer bir sınıfsallığa dönüşmeye işaret edildiği aşikardır. Şeyhler, dervişler, tekkeler, zaviyeler eleştirildiğinde din, Allah, Peygamber kavramları neden tenkide uğrasın, uğramış olsun ki? Elbette tekke ve tarikatların erken dönemlerde dinin yaşandığı, sağlıklı biçimde soluk alıp verdiği hatta Osmanlı’nın güçlü ve etkin zamanlarında devlet adamlarıyla alimler, mutasavvıflar arasında sağlam bir manevi köprü tesis ettiği muhakkaktır.
Yunus Emre, Hacı Bektaş Veli, Mevlana, Ahi Evran, Tapduk Emre, Sadreddin Konevi, Somuncubaba, Süleyman Çelebi, Hacı Bayram Veli, Akşemseddin, vs. kişilikler ve bunların izinden gidilmesi, meşalenin elden ele, nesilden nesle taşınmasıysa, bu hususun Müslüman Türk’ün Anadolu’da temellenen ve farklı memleketlere hakim olan varlığını tayin edici bir omurga teşkil ettiği şüphesizdir. Ne ki, son asırlarda devlet idaresindeki yozlaşma, ilmi sahadaki gerileme misali bir taassup atmosferi oluşması ve kurumları etkisi altına alması da şaşılası olmamalıdır zannımca. Bazı kurumlar kötüye giderken diğer bazı müesseseler nasıl safiyetini, berraklığını korur ki?
Bunun gibi “Ben, manevî miras olarak hiçbir ayet, hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevî mirasım ilim ve akıldır.” Demesinde de yüce Kur’an’a karşı bir olumsuz yaklaşım bulmak hakkaniyetli bir bakış açısına sığmaz kanımca. Açıktır ki, Ayet kavramıyla dinsel inanç ve değerlere, dogma kavramıyla felsefi önermelere, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural deyişiyle de siyasal yaşamda statükoculuk ve devrimci tutuculaşması gibi unsurlara dirsek teması yapılmaktadır. Yoksa sanılabildiği gibi ayet ve dogma kavramları muhakkak surette birbirini teyit eden, biri öbürünün yerine geçer kavramlar değildir. Ayet bırakmıyorum demek suretiyle ilke ve devrimlerinin bir tür din olmadığını anlatmaktadır. Hani kimi zaman öne sürülebildiği gibi din kavramını özelde de İslam’ı reddetmek anlamı taşımamaktadır. Kendi söylemlerinin din olmadığını söylemek dini tümden ret anlamına nasıl gelir ki?
Ya peki, bin dokuz yüz otuz yedi senesinde TBMM açılışında yaptığı bir konuşma esnasında yer verdiği; "Dünyaca bilinmektedir ki, bizim devlet idaresindeki ana programımız, Cumhuriyet Halk Partisi programıdır. Bunun kapsadığı prensipler, idarede ve siyasette bizi aydınlatıcı ana hatlardır. Fakat bu prensipleri, gökten indiği sanılan kitapların dogmalarıyla asla bir tutmamalıdır. Biz, ilhamlarımızı, gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya hayattan almış bulunuyoruz. Bizim yolumuzu çizen; içinde yaşadığımız yurt, bağrından çıktığımız Türk milleti ve bir de milletler tarihinin bin bir facia ve ıstırap kaydeden yapraklarından çıkardığımız neticelerdir." Demesinde nasıl bir mana bütünlüğü bulunmaktadır?
Kimi değerlendirmelerde bu ifadelerin, Allah’ın zaman ve mekandan münezzeh olduğu, dolayısıyla gökten indiği sanılan ibaresinin tek Tanrılı dinlere hele ki İslam’a uymayacağı ancak ve katiyetle çok Tanrılı dinlerin Gök Tanrı, Zeus, vs. Pagan Tanrı ve din anlayışına uygun bir tabir olacağı yönünde ele alındığı görülmektedir. Bu yaklaşıma yanıt veren kimi değerlendirme sahipleri ise kelime oyununa gerek olmadığı, Allah’ın zatının zamandan münezzeh olduğu buna mukabil yarattıklarının zaman kavramından ayrı düşünülemeyeceği hususu üzerinde durmaktadırlar.
Ben bu noktada Atatürk’ün derin teoloji yaptığını düşünmüyorum. Allah kavramının zamandan, mekandan bağımsız sonsuzluğu ifade ettiği ve yüce Kur’an’ın da onun sonsuz ilminden süzüldüğü düşünülürse konunun özü ayan beyan ortadadır. Atatürk’ün ne bir filozof ne de İlahiyatçı olmadığı muhakkaktır. O her türlü doktrin ve ideolojiden bağımsız olarak pragmatik bir asker, siyaset ve devlet adamı olmaktadır. Farklı konularda söyledikleri arasındaki dönemlere göre farklılıklar ise elinin kuvvetlenmesi ya da ayağının giderek yer etmesinden değil koşulların azimkâr gücünden ilhamını almaktadır. Kişisel kanaatim odur ki, yaşamı boyunca din hakkında söylediği hiçbir söz ne dindarlığının ne de dinsizliğinin motamot nişanesi olmamaktadır.
Efendim! Kendi yazdığı Yurttaşlık bilgileri kitabında genel olarak din özelde de İslam üzerine nice inkar ve olumsuz ibare ve ifade görülmektedir diyenlere naçizane önerim bu eleştiri tarzını yirminci asrın ilk yarısında tüm bir yeryüzünü yalnızca kaplamayan, tasallutu altına alan ruhçu ve maddeci Tanrıtanımaz cereyanlar ve siyasi alanda da Nasyonalizm ve Komünizm arasında salınım yapan, hiçbir mistik, metafizik yaprak kıpırtısına mahal bırakmayan yerküre ortamını göz ardı ederek sürdürmemeleri yönündedir.
Hemen belirtmek isterim ki, dönemin ülkemiz nezdinde izlenen Jakoben siyaset tarzını genel anlamda tasvip ettiğimi söyleyemem. Şöyle ki, Fransız devriminden ilhamla tatbik edilen sert bir laisizm modeli yerine Anglosakson laiklik anlayışının liberal vurgusundan istifade edilseydi bu toprağın gerçekliğine daha ziyade uygun düşeceği kanaatindeyim. Şu kadar ki, Büyük Atatürk reel politik ve konjonktürel çizgide bir siyasanın mümessili olmaktadır. Düşüncem şudur ki, devrin dünyasını tümden etkisi altına alan kasırgayla birlikte hareket etmekte ve ancak bu şekilde uluslararası sistemden sosyopolitik kapsamda neler alabileceğinin takipçisi olmaktadır.
Hani derim ki, Mustafa Kemal Atatürk dinsizliği felsefi, teolojik zeminde mutlak, değişmez bir parametre, insanlığın varacağı zorunlu ve kaçınılmaz nokta olarak ifade etmek bir yana dünya siyaseti karşısında pratik bir yöntem bağlamında kullanmaktadır gerçekte.
-DEVAM EDECEK-
L.T.