4
Yorum
3
Beğeni
0,0
Puan
599
Okunma

“Ne Mutlu Türküm Diyene!”
Atatürk’ün meşhur özdeyişi evet. Kimi zaman coşturulan havaya bakmayın siz. Hiçbir zaman bir özleyişin nişanesi değildir. Evet zaman gelir sorgulanır, eleştirilir. Hadi o vakitler harpler döneminden çıkmışız, ortalık yangın yeri. Viran bir ülkeyiz. Motivasyona ihtiyacımız var. Ne ki, zaman içerisinde çıtasını yükselten bir ülkede ırkçı bir hava estirmez mi? Gelişen Türkiye’de sistemi tıkamaz mı? Hele ki, Anadolu misali binlerce yıllık medeniyet tarihine sahip, nice topluluklara ev sahipliği yapmış bir coğrafyada uygarlık bilincini zedelemez mi?
Şöyle ki, anlamına varılırsa, neye karşılık gelip gelmediği bilinir, özümsenirse hayır demek durumundayım. Her şeyden önce sanılanın aksine bir ırk vurgusu değil söz. Anayasal vatandaşlık çizgisinde bir tanımlama var burada. Ne mutlu Türk olana denilse ırkçılık vurgusu halini, ancak o zaman alırdı. O vakit çünkü, farklı ırk ya da etnik kökenden biri nasıl Türk olacak sorusu dikilirdi karşımıza. Irk misali anatomik, fizyolojik zeminde bir özelliğe öykünmek tabii ki anlamsız.
Vaktiyle bir tartışma programı. İsmi lazım değil, bir gazetecimiz bu ülkenin vatandaşlığıyla övünç duyduğunu ama kendisinin Ermeni kökenli olduğunu vurgularken, bir başka gazetecimiz beyefendi Türküm deseniz ne olur ki dediğinde bunu doğru bulduğumu söyleyemem. Bir an için sorgulayanın üstte vurguladığım gibi anayasal vatandaşlığı baz aldığını düşünsek de, gazeteci zaten bu hususa konuşmasının girişinde işaret etmekte. Bu ülkenin ekmeğini yemekle iftihar ettiğine vurgu yapmakta. E Ermeni kökenli birinin tıpkı başka etnik ve kavmi unsurlarımız misali bu yanını dile getirmesinde ne gariplik olsun ki?
Bilakis aksi hallerde bir takım aksaklıklar meydana gelmekte ve bu durum yakın tarihimizde kimi sıkıntıların mümessilidir.
Söz gelimi, Atatürk döneminin meşhur dilbilimcilerinden Agop Martayan Dilaçar’ı bilirsiniz. Dil inkılabındaki hizmetlerinden dolayı Atatürk tarafından kendisine Dilaçar soyadı verilmektedir. Ne ki, ebedi şefin vefatını takiben ismi kamuflajlı kılınacaktır. A. Dilaçar halini alır açıkçası. Yıllar sonra vefat ettiğinde ise TRT spikerinin sehven olsa gerek, ünlü dilcilerimizden Adil Açar’ı kaybettik dediği söylenir. Yok artık dersiniz de, Agop Martayan olarak başlayan hayat çizgisinin A. Dilaçar olarak devam edip, nihayetinde Adil Açar şeklinde noktalanması enteresandır. Açıktır ki, martılar tarafından taşındığı söylenemez cenazesinin. Ünlü sanat tarihçilerimizden Pars Tuğlacı’nın da asıl adının Parseğ Tuğlacıyan olduğuna rastlamıştım.
Kamuflaj zarureti Ermeniler özelinde ironik bir durum doğurmakta. Düşünsenize Osmanlı döneminde zanaat alanında nice hizmetler vermiş, Osmanlı’dan Cumhuriyete sanat tarihimizde hatırı sayılır bir yere sahip ve imparatorluk çağında yine Millet-i Sadıka payesi kazanmış Ermenilerimiz kırklı yılların meşhurlarından Varlık Vergisine de konu oldukları üzere Cumhuriyet döneminin kötü çocuklarına dönüşmekteler. Nasıl dönüşürler peki?
Mustafa Kemal Paşamızın bin dokuz yüz yirmi üçte Adanalı esnaflara hitaben; “Ermeniler sanat ocaklarımızı işgal etmişler ve bu memleketin sahibi gibi bir durum almışlardır. Şüphesiz haksızlık ve küstahlığın bundan fazlası olamaz. Ermenilerin bu verimli ülkede hiçbir hakkı yoktur. Memleketiniz sizindir, Türklerindir. Bu memleket tarihte Türk’tü, o halde Türk’tür ve sonsuza kadar Türk olarak yaşayacaktır. Ermeniler ve diğerlerinin burada hiçbir hakkı yoktur. Bu bereketli yerler koyu ve öz Türk memleketidir.” Demesi dikkat çekmektedir mesela.
Bu durumun oluşmasında geniş dairede Fransız İhtilalinin ana neticelerinden birinin milliyetçilik cereyanını doğurması olduğu temel bir gerçektir şüphesiz. Buna mukabil Osmanlı tebaasının da giderek milliyetçi çizgide yürüdüğü hususu akla gelecektir. Bin sekiz yüz yirmi dokuzda Yunanistan’ın bağımsızlığını kazanması bu yolda ilk nüvelerdendir. Bin sekiz yüz yetmiş altı birinci Meşrutiyet inkılabıyla kurulan parlamentoda azınlıkların meclisin dili üzerinde hüküm yürütmeye kalkışmaları anımsanabilir. Devamında Rumi takvim dolayısıyla meşhur doksan üç harbi tabir ettiğimiz Bin sekiz yüz yetmiş yedi Osmanlı Rus savaşında Doğuda Ruslarla birlikte Ermenilerin meydana getirdiği katliamların, Taşnak ve Hınçak komitesinin Sultan Hamid’e suikast girişimine kadar varan tazyiklerinin de gösterdiği gibi Ermeni Meselesinin bizde zuhur etmesinin hiçte bin dokuz yüz on beş tehcirlerine dayanmadığı görülmektedir. Harpler döneminde Rumlar ve Ermenilerce kiliselerin silah depolarına çevrilmesi de küsuratı değil midir? Elbette Diaspora kaynaklı Ermeni çetelerle gündelik insanı birbirine karıştırmamalı denir. Denir de, hadiseler sıcağı sıcağına yaşanırken böylesi objektif, serinkanlı bakış açısı peyda eder mi?
Hani derim ki, bireyselde elbette hazin bulduğumuz, lokalde dahi tarihsel bağlarımız dolayısıyla söz hakkı tanıdığımız unsurlar totalde yekûn tutmaktadır.
Şu kadar ki, tüm bunlara karşın imparatorluk içerisinde en son uyanan milliyetçilik şuurunun Türkçülük olduğu da söylenebilir. Gerçi dış Türkler tabir ettiğimiz Kırım ve Tatar coğrafyasında Türkçü Turancı meşalenin daha erken tutuştuğu akla gelebilir. Bunda Moskofla münasebetler, çatışmalarda etkili olmaktadır. Çarlık Rusya’sının tahrik ve tazyikleri bağlamında okunabilir hani. Ne var ki, imparatorluk bünyesinde nüve teşkil etmesi daha gecikmeli olarak ikinci Meşrutiyet inkılabı öncesine karşılık gelir. Burada Ahmet Vefik Paşa Türkçülüğü örneklenirse bireysel kalır zannımca. Paşa kişisel olarak dış Türkler üzerinden erken uyanmışta olabilir. Bir olgu teşkil etmeyecektir zannımca.
Bu arada Moiz Kohen /Tekinalp Türkçülüğünü de tam bir hokkabazlık abidesi olarak notlarım arasına ilave etmeme müsaade edin lütfen! Çocukluğunda ve gençliğinde Haham olarak yetiştirilen, Theodor Herzl, İsrael Zangvill tandanslı Siyonizm’in müdavimi Moiz Kohen’in ikinci Meşrutiyetle birlikte Munis Tekinalp takma adıyla birlikte aramıza katılması hayret-i mucip olmaktadır. İsrail’li bir yazar Jacob Landau tarafından kaleme alınan Tekin Alp (Bir Türk Yurtseveri) adlı eserde düşülen bir biyografi notu özellikle dikkat çekmektedir. Tüm eser boyunca Tekinalp’in Türk milliyetçiliği/ulusçuluğu fikrine verdiği hizmetleri sayıp döken yazar bir cümlede ise ülkemizden bin dokuz yüz elli altıda ayrıldığını ve hayatının son yıllarını yurtdışında geçirmek suretiyle Fransa’da öldüğünü vurguladığı üstadın Yahudi mezarlığına defnedildiğini ve bunun da onun atalarının dinine ve öz kültürüne bağlı kaldığına delalet ettiğinin altını çizmektedir.
Dikkat buyurun lütfen! İsrailli yazar bize ayrı Yahudi diasporasına ayrı göz kırpmakta. Vaktiyle kitabı gözden geçirirken halla hallah hallaaahhh! Demekten alamadığımı kendimi belirtmeliyim. Şimdi buradaki sorun Moiz Kohen’in bir Yahudi olması mı? Hayır, asla. Kişisel gerçekliğinin dışında bir dünya kurarak o dünyadan bizlere yarım asır boyunca perdah çekmesindeki garabet altını çizdiğim husus. Ve Kohen’i takdim eden Jacob Landau’nun da zat-ı muhteremi Kemalist ulusçuluk çizgisinde nakşettiği kitabıyla paradoks oluşturacak biçimde Fransa’da bir Yahudi mezarlığına gömülmesinin onun ömrü boyunca atalarının değerlerine bağlı kaldığına delil teşkil ettiğine atıfta bulunması noktasındadır.
Hiç kuşku yok ki, bu söylediklerime yahut türevlerine referans tutarak yüz yıl önceki Türkçülük radikalizminin bir posa Türkçülüğü doğurduğuna işaret edecekleri hakkaniyet çizgisinde ihtiyatlı karşıladığımı söylemeliyim. Her şeyden önce konjonktür vurgusundan noksandır. Tüm yeryüzü ekseninde imparatorlukların kendi bünyesel sorunlarına da bağlılığı muhakkak çözülüp, dağılmaları yanı sıra Nasyonalist ve Komünist cereyanların çarpıştığı bir devirden ve bu durumun meydana getirdiği cereyanlardan söz etmeliyiz. İşte tam da bu çizgide Siyonist menşeli bir yazarın manipülasyonları bende Ziya Gökalp, Ömer Seyfettin, Mehmet Emin Yurdakul, Ahmet Ağaoğlu, Zeki Velidi Togan, Emin Bülent Serdaroğlu, Arif Nihat Asya, Hüseyin Nihal Atsız, Peyami Safa gibi simalara karşı en ufak bir olumsuzluk oluşturmamaktadır. Hiç kuşkusuz bu üstatları dahi edebi, felsefi, sosyolojik çizgide sorgulama hakkım her daim saklı kalmak kaydıyla.
-DEVAM EDECEK-
L.T.