8
Yorum
4
Beğeni
0,0
Puan
931
Okunma

Altı ayak yürüyordu yukarıya doğru, yukarı genelde kuzeydir. Oysa yönlerin de gidilecek yer belli ise pek bir önemi yoktur.
İhtimalen 200 yıl önceden kalmış şehrin ortasında bir açık alan vardır, yüksek taş duvarlarla çevrilmiş, içinde bir kaç ağaç kalmış, otlar mevsimine göre- ki biz yaz sonları sonbahar başındaydık- bir adam boyu uzamıştır, yeşilliğini kaybetmiş, sararmaya durmuş, hatta yüksek taş duvarın da bir kenarı yıkılmaya yüz tutmuştur. Acaba kim o toprak parçasını taş duvarlar ile çevirtmiştir, çevirten mi ya da çevireni mi düşünmeliyiz burada. Veya toprak sahibi kendi mi örmüştür o taş duvarı. Taş duvarın yüksekliği ihtimalen 3 metreden fazla, kalınlığı ise 60-70 cm vardır, açık alan da yine ihtimalen 350-400 metrekareden ibarettir.
Sahi dört tarafı asfaltlanmış, kaldırım taşı döşenmiş en eskisi 40-50 yıllık olan binaların arasında 200 yıl önceden kaldığını düşündüğüm bir arsa, arsanın uzamış otları ve yüksek ve kalın duvarları, duvarın bir köşesi diğerinden biraz ayrılmış içeri gösteren bir aralık niye ilgimi çekmişti bilemedim.
Yine de altı ayak terziye varmıştı, şehrin merkezindeki yolu 12 adımda geçmişler, kırmızı tuğla döşeli 25-30 basamağı aşmışlar, yine kuzeye doğru kırmızı tuğla döşeli yamacı laflayarak geride bırakmışlar, labirente benzeyen çarşının içinden sağa sola dönerek sonunda takım elbisenin pantolonunun paçasını yaptırmak için hedeflerine ulaşmışlardı.
Abesle iştigal eden her zihnin soracağı gibi, neden çarşı içi kırmızı tuğlalarla döşenmişti deyip içinden 124 yıl önceden yapılmış şehrin merkez camisinin karşısındaki 2 katlı hanın ortasındaki bir masada soluklanırken buluvermişti kendisini iki ayağın sahibi.
Çaylarını söyledikten sonra taşhanın dükkanlarında satılanlara gözü takıldı. Küçük sayılabilecek bir çarşıda, 2-3 kitapçı, 1 valizci, bir gümüşcü, üst katlarında bir iki terzinin olduğunu hatırladı. Lakin kitaplar ekseriyetle ortaçağ düşünceleriyle yoğrulmuş isimler taşıyordu, lakin valizler dikdörtgenimsi ve sert bir dış yüzeye sahipti, ekseriyetle siyah gri ve kırmızı renkli idiler. Tespihler, tütsüler kimi dükkanın önünde, kimi camekanlara asılmışlardı, seccadeler, kadınlar için uzun elbiseler, erkekler için takkeler, çalışanların ve dükkanlarda bekleyenlerin de müslüman olduğu anlaşılıyordu nispeten.
Sakalını biraz uzunca bırakmış 25 lerinde var yok bir genç çaylarını getirmişti, 6 metre var yok ileride beyaz sakalları hafifçe uzamış, ne yaptığına dikkat etmeyen gözlerime karşın, kulaklarımda diğer dört ayağın sahiplerinin seslenişleri ve gülüşleriyle kendime gelmiştim.
Masalarda toplam altı ayak sahibiyle birlikte belki de 8-10 ayak sahibi de oturuyordu. Taşhanın açık alanı da 40-45 metreye, 70-75 metre civarı 300 metrekare olabilirdi.
İlk çaylarından sonra ikinci çaylarını söylemeden, ihtimalen 45-50 dakikalık bir muhabbetten sonra handan çıktılar. 7-8 adımda geçilen dar sokaktan sonra 40-50 adımda ancak geçilen eski taş caminin kitabesindeki tarihe gözü takıldı, 1899. Eski dinini terk etmeden önceleri o camide geçirdiği zamanlarını saat olarak hesaplamaya çalıştı iki ayak sahibi. Bir kaç şey hatırlamaya çalıştı, lakin yalnızca iki şey hatırlayabildi. Hatırlayabildiği iki şeyden birini de tam olarak hatırlayamadı.
20-25 adım sonra, bu sefer güneye doğru hafif bir seyre durdu ayakları, işte o zaman dikkatini çekmişti, siyah boyalı, yüksekliği üç buçuk 4 metreye, eni de en az 3 metreye varan demir kapılar. Caminin tam ortasında kalan bir dükkandı, caminin alt katındaydı. Bir dükkanın kapılarıydılar elbette, dükkanın üzerinde ilk kelimelerini hatırlayamasa da ... kuyumcusu yazıyordu. Ancak diğer çevresindeki dükkanlar açık olsa da o kapalı olan dükkan dikkatini çekmişti. Dükkandan ziyade siyah demir kapılar. Kapılar kapalıydı. Yoksa dükkan mı kapanmıştı?
Bir defa kapandığında gönlün ve zihnin kapıları da ne müşterisini ne de kendini pek düşünmez taş da olsa kan da olsa can da olsa. Düşünmediği için kapatır tüm alıcı ve vericilerini işte. Geriye çarşıdaki ayakların türlü türlü halleri ve dertleri ve hayalleri kalır, o da ayak sahibinden başkasını hiç ilgilendirmez artık bu çağda.
Çarşı da öyle anlattı kendini. Kırmızı tuğlalara; kah ölmüş kah kanlı canlı insanları, kara kapılar da artık insanın insana kapandığını, geriye başı bağlı sanılan, gerçekte ise başı boş olan bir koşturmaca kalır. Gerisi kuru bir hikaye.
Kapılar bir şeye karşı yapılmıştır elbette. İnsan insana karşı insan marifetiyle kapıyı yaptırmıştır.
Bir köşesi yıkılmaya yüz vermiş, aralanmış, içindeki arsayı gösteren bir duvarı da, siyah boyalı demir kapı ile kapatmak gereksiz dedi yeniden o taş duvarların yanında geçerken.
Nice açıklar vardır aslında kapalıdır geçit vermez, nice kapalı kapılar da vardır içindeki yaşanan her şey bilinir.
Başka bir düşün mahallinde ister açık olsun ister kapalı, bizler artık yolculuğunu bıraktık adımların. O yüzden bir gece sonra sabaha karşı yine herkes kendi yoluna gider başkasının yoluna değil demek de biraz biraz sert olur ama sert olan da muhakkak kırılacaktır sonuçta. Kırılması zaman meselesi deriz amma küflenmişi de boyamayla gizlemek yersiz olmaz mı?
Bu şehir beni boğuyor, artık insanları çok yabancı geliyor dedi arabasını çalıştırırken iki ayak sahibi. Sahi bu ayakların buraya gelme amacı neydi, terzide pantolon paçası yaptırmak değil mi?