6
Yorum
3
Beğeni
0,0
Puan
691
Okunma

Her on yılda dönüp dolaşıp tekrar okuduğum bir romandır Gülün Adı. Farklı okumalara açık, üstüne her okuyuşunda değişmiş olan benimle yeni noktalara giden bir metindir. Kağıda basılmış her metin bir sonu vardır ve o son da otel odasında Kaliforniya’nın neresinden geldiği belli olmayan şarabımı yudumlarken geldi. Öksüz şarabımı bir kenara bırakıp, bir sonraki kitabımın ne olacağını düşünmeye başladım. İyi bir gezgin yanına gereğinden fazla kitap alır düsturunu uygulamamış, sadece sonuna epey yaklaştığım Gülün Adı’nı getirmiştim. Durumun sorumlusu ihmalkarlıktan olmasa da cimrilikten dolayı bendim: Bulabildiğim en ucuz uçuşu almış ve kendimi Frontier Havayollarında bulmuştum. Kabin içi bagajdan bile para kesen bu havayolu beni ister istemez bir sırt çantasıyla sınırlı kalmaya zorlamıştı. İki günlük iş kıyafetlerim, dükkana ait dizüstü, diztüsüne ait kulaklıklar, fare ve adaptörler derken Eco güç bela çantaya girmişti. Şimdi o da bitmiş, dımdızlak kalmıştım. Gecenin yarısında kalkıp, açık bir benzinciden ucuz bir roman alabilirdim ama gerek yoktu. Üstüne öksüz şarap hala damarlımdaydı, kiralık aracımın 276 beygiriyle birleşip beni bir duvara kazıyabilirlerdi. Çaresiz ertesi günü bekledim.
...
İşten bir çocuk sevinciyle, koşarak çıktım. Hemen civardaki ikinci el kitapçıların listesine baktım. Yeni bir kitaba on, on beş dolar vermek istemiyordum. Evdeki okuma listem beni zaten bekliyordu; araya alacağım bu kitaba çok da yatırım yapma meraklısı değildim. Güzel bir yer buldum West Chester denilen yüzyıllık taş binaların olduğu kasabada. Kitapçının yorumlarında (Yoksa siz yorumlarını okumadığınız kitapçılara mı gidiyorsunuz?) çalışanların epey kaba olduğu, gelenlerin etnik kimliklerine bakıp onları belli raflara yönlendirdikleri bahsediliyordu. Belli ki renkli bir yerdi ve ben de renklerin her çeşidini severdim.
İlk hayalkırıklığı dükkanın büyüklüğü ile ilgili oldu. Ben çok daha büyük ikinci elcilere alışmışken burası sahafların bakkal dükkanı durumundaydı. İkincisi dükkanın tek çalışanı, yaşını almış kasada oturan beyefendi bana hafif bir selam verip kendi işine dönmüştü. Yorumlara bakılırsa adamın beyaz bir cübbe üzerine beyaz kukuleta giymesi gerekiyordu ama kendisi gayet efendiden bir kişilikti. Mekan ve kişiler soluk çıkınca bütün yük kitaplara kaldı. Küçük dükkanın kitabı da az oluyor. Gülün Adı’nda labirente gömülmüş bir kütüphanenin hikayesini okuduktan sonra buradaki üç sıra raflar haliyle hayalkırıklığı yaratıyor. Hiç mi idare eden bir kitap yok? Var tabi ama ben onların havasında değilim: West Chester’ın kendi havası Henry James okumaya uygun ama ben bu kasabada kalmıyorum. Rus ya da Güney Amerika klasiği de okumak istemiyorum (Halbuki Gülün Adı’nda o kadar kör Jorge’den bahsedilmiş; insan bir Alef okumak istemez mi?) Dahası kitapların fiyatları yazmıyor, elime aldığım ciltlerin yirmi beş doların altında olmayacağını hissediyorum. Sonunda elime ciltli bir Lord Jim geçti. Kasadaki beyefendinin benden sonra gelen, hiç bir şey satın almayan ama konuşmayı seven diğer bir yaşını başını almış beyefendi ile sohbeti bir on dakika dinledikten sonra ister istemez araya girdim ve iki dolarımı ödeyip çıktım.
Kitabın yazarı Joseph Conrad beni karanlıklarda, yıllardır ağına düşmemi bekleyen bir karakterdi. Genç yaşta hiç bir kitabını okumadan, onu sinema yoluyla tanımıştım. Yanlış anlamayın, sinemaya uyarlanmış eserlerinden bahsetmiyorum. Bir isimdi Conrad’ı bana tanıtan. En çok etkilendiğim filmdeki uzay gemisinin adıydı: Nostromo. Condrad’ın aynı isimli romanından (ve romanın kahramanından) çıkagelmişti Nostromo adı. Hatta devam filminde kitaptaki liman şehri ikinci bir uzay gemisinin adı olacaktı: Sulaco. Bu bilim kurgu filmlerinin Joseph Conrad ile bağlantısını daha sonra çözecektim: İlk filmin yönetmeni Ridley Scott’ın bir önceki filmi bir Joseph Conrad uyarlamasıydı: The Duellists. Devam filmi Aliens ise uzayda geçen Vietnam Savaşı olarak çekilmişti. Geminin adını Sulaco koyarak bir anlamda en ünlü Vietnam filmlerinin zirvesinde yatan Apocalypse Now’a göz mü kırpıyordu? Apocalypse de aslında bir diğer Joseph Conrad uyarlamasıydı. Özetle Conrad benim için bir çok yerden çıkagelen bir yazardır ve benim de artık onu okumam gerekiyordu.
Bir kafeye oturup iki dolarlık Lord Jim’i elime aldım. İlk dikkatimi çeken basım tarihi oldu: 1931. Sekiz yıl kalmış yüzyılı devirmesine. Her ne kadar sahip olduğum en eski kitaptan bir yarım asır genç ise de gayet yaşlı. İki akşam sonra seyredeceğim Indiana Jones’un geçtiği 1936 yılına daha beş yıl var bu cilt baskıdan çıktığında. Filmdeki svastikalı bayrağın resmi Alman simgesi olmasına da dört yıl. Bu kitaptan iki yıl sonra Hitler iktidara gelmiş ve ilk iş olarak bugün de kullanılan ‘Yas tutan Galatasaray’ bayrağını yasaklamış. Ama Joseph Conrad Alman bayrağının evriminin böyle gelişeceğini hiç bilmeyecekti, ne kitabı yazdığı 1900 yılında, ne de önsüzü eklediği 1917 de.
Sonra dikkatimi Bernard çekti. 1929 krizinden sonra kitap almaya parası yeten, aklını krizden çok kitaba verebilen arkadaş. Kitabın başına adını yazmış, Bernard Klopfer, 1931. Belki de Bernard’ın Alman geçmişi beni Hitler Almanyasına götürdü, kim bilir. Bernard çeşitli yorumlar yapmış kitap boyunca. Bir yerine ‘aptallık’ diye not düşmüş geminin okyanusun ortasında ne olduğu belirsiz bir cismin üzerinden geçmesine. Bir başka yerde ‘Herkes ölümün kardeşi olan uykunun önünde eşittir’ cümlesinin altına çizmiş. 92 yıl sonra iyi bir olasılıkla birinci elden öğrenmiştir uykunun gerçekten ölümün kardeşi olup olmadığını.
Sayfa 336 da, bu sefer dolmakalemle, bir takım kavramları sıralamış: ‘İdealizm, sömürgecilik, çoğulculuk (aslında) idealist olmamaktır’ Bu nottan sonra kitabın ‘Bu sözlerle Marlow hikayesini tamamladı’ cümlesi geliyor. Acaba Bernard anlatıcı Marlow’un ağzına kendi yorumlarını eklemeye çalışıyordu? O sayfaya gelince ben de aynı şeyi yapacak mıyım? Yoksa buraya dönüp bütün okuduklarımdan ilgisiz bir öykü mü yazacaktım, su akıp gitmiş de hiç tortu bırakmamış gibi.
Kitabı kapattım. Garsona boşalmış kadehimi işaret ettim:
‘Bu içtiğim neydi?’
‘Santa Carolina’nın Cabarnet’si. Şili şarabı.’
‘Tamam, ondan bir daha getirme.’
Garson yeni bir kadeh getirdi: Casillero del Diablo, Şili. Kuşların içine sıçmadığı topraklardan bir şarap yok muydu bu ülkede? Kadehten bir yudum aldım ve altı ayaktan bir ya da iki inç kısa Jim’in hikayesini okumaya başladım. İlk sayfanın sonuna doğru ağzıma guano tadı gelmez oldu.