2
Yorum
2
Beğeni
0,0
Puan
547
Okunma

Bir kavram etrafında şekillenen, gelişen düşünce biçimini kabul ya da ret etmek nasıl algılandığı kadar insan varlığının kişiselliğine de bağlıdır. Anlaşılabileceği üzere bir özgürlük sorunudur da. Yanlış anlaşıldığına vurgu yaparak doğrusu şudur algımızı motamot insanlara dayatmak diktatör sistemler dışında mümkün görünmüyor. Sağlıklı ve işlevsel bir yaklaşım biçimi olmadığı da muhakkak.
“Hakikat aleyhine hürriyet olmaz.” Diyor Portekiz’in eski diktatörlerinden Salazar. Sözün salgıladığı öz suyu temiz, berrak. Ne çare ki, sözü söyleyenin kimyası ne merkezde? Diktacı bir ruhi yapının uzantısı yaklaşımı sal azar azar. Günün birinde mezarına kızıl karanfiller serpilen adamdır Salazar efendi. Portekiz’i 3 F; Fado, Fiesta, Futbol ile yönettim diyen de kendisi. Bu söylemde mi hakikat?
Öte yandan herhangi bir düşünce biçimini benimseyenler yanlış anlama ve anlaşılmalardan yakınır da, doğrusu nedir peki, kim tayin ediyor bunu? Ne kadar bilimsel, sözlük temelli tarif yapılsa lügat parçalamaktan öteye gider mi acaba?
Milliyetçilik söz gelimi. Karşıtları tarafından kolaylıkla ırkçılık kötü bir şey ya da çağdışı bir anlayıştır değerlendirmesine bağlandığı gibi, yandaşları da zaman gelir formel ırkçılığa kayan yaklaşımların dahi ırkçılık olmadığını öne sürmek suretiyle, haa Türküm dedin mi ırkçısın öyle mi söylemiyle konuyu duygusala bağlayıp işin içinden çıkabilir.
Halbuki öyle bir Türküm dersin ırkçılıktır, öyle Türküm demezsin ırkçılık değildir. İyi güzel de bu söylediğimin açılımı ne denmez mi? Elbette.
Bir kere her milliyet, etnik köken, kavmiyet temelli gönül bağı kurmak ve duymak bırakın ırkçılığı milliyetçilik anlamına asla gelmez. Mesela Türküm demek milliyetçi ya da Türkçü olmak anlamına gelmez illa.
Öncelikle genel anlamda söylersek, modern çağın ve batı kültürünün yüklediği ve tüm dünyaya yaydığı anlamsallık içerisinde “izm” ler insan düşüncesini parsellemek noktasında problemlidir. Sağın ve solun tüm eğilimleri içinde bu geçerlidir kanımca. Sabit bir kavramın izm halini alması, mutlak değer kazanması düşünsel bir çölleşmenin habercisidir. O izm ya da ideolojiye sığmayan bir yaklaşım peşinen ret edilecektir artık. Münferit haller dışında, bireylerin kültürel birikimine bağlı olarak değişen seviyelerde bağnazlığa kapı aralayacaktır hatta.
Mantıksal olarak bir kavramın kapsadığı doğrular, gerçekler olmakla birlikte, İzm üzerinden mutlak değer halini alması da o denli sorunlu olmaya müsait bir atmosfer inşa edecektir. Arka planda seküler/dünyevi bir damar var açıkçası. Dahası buna modern topluma reaksiyon gösteren dincilik, İslamcılık misali anlayış biçimleri de dahildir. Dincilik demek dinin, İslamcılık demekte İslam’ın özü, bizatihi kendisi anlamına gelmez bir kere. O çok karşı olduğunuz batı dünyasının kurguladığı düşünce ve değerler havuzunda bıcı bıcı yaparsınız da haberiniz olmaz, ruhunuz duymaz. Defansif takılmanın ötesine geçemez, yobazlaşır, yobaz diyenlere de ateş püskürürsünüz yalan yalan. Şu kadar ki, teorik bir imkân sunsa dahi pratikte her ideoloji bağnazlığa, yobazlığa kapı aralar. O da mı, bu da mı, şu da mı dersiniz de, evet, aynen. Basit bir sebeple, ilim ya da bilim egoya yatırım yapmaz, o mana hani. Her insanın kendi benliğiyle çevrili olması, benliğimizin zindan hüviyeti kazanması hakikati temsil etmeyecektir açıkçası.
Mesela gerçekçilik ne kadar gerçek kokmakta değil mi? Günlük hayatta insanlar birbirine gerçekçi olacaksın kardeşim diye posta koyarlar birde. Oysa dünya üzerinde gerçekliği olan o kadar negatif, insanlık dışı ögeler var. Bütün adaletsizlikler, zalimlikler de gerçek değil mi? Öyle ki, gerçeklik adına bunları da müdafaa eden kart fikir zamparaları dahi yok mu?
Ya da romantizm meşhur akla gelebilir. Günlük hayatta ne kadar öykünürüz değil mi? Hatta kimi insanları romantik bulmaz, bazılarını da fazla romantik buluruz. Kimilerini ormantik, bazısını da aromatik bulur tik getiririz inceden. Oysa işin özü izm ekinde saklı. Aşırı duygusallığı kapsayan haliyle romantizm komünizmin ve faşizmin özündeki yapı taşıdır gerçekte. Fanatik, hamasi söylemleriyle bir faşist yönetici, bir devrim marşının tınısı, frekansında saklıdır işin tılsımı, büyüsü. Soralım mı? Geniş kitleleri, kalabalıkları duygu bombardımanına tutarak hangi arka plan dünya ne yapmak ister?
Yahut madde bir realite iken maddecilik gerçekliğin mutlak kılınması değil de nedir? Bunlar, bizde mutlak olan kutsal olan hiçbir şey yok derken materyalizmin maddeyi kutsallaştırmanın ta kendisi olduğunu kabul etmek istemezler. Batının meşhur filozoflarından Schopenhauer’in tabiriyle kendisini hesaba katmayı unutan felsefedir maddecilik. Felsefenin sorgulama, eleştiri hudutlarını kendileri söz konusu oldu mu alabildiğine daraltırlar. Farklı materyalizm şubeleri birbirini sorgular, tenkide alır o ayrı. Din söz konusu olduğunda diyalektik materyalistler dahi mekanik ya da Vülger materyalizmin tuzağına düşebilir o da ayrı. Daha önceki bir bahsimde değindiğim üzere Karl Marx’tan bağımsız olarak Sovyet Marksizm’inin Fransız Burjuva düşünürlerinin din eleştirisi karşısında ayılıp bayılması gibi.
Bunun gibi liberalizminde özgürlük kavramını belirli sosyoekonomik yapıların hakimiyetine sunması, diğer toplumsal katmanları, sınıfları kapsama dahil etmemesi akla gelebilir. Hür teşebbüs, hür düşünce tamam da, kime ne kadar?
Ya kapitalizm? Sermaye tahakkümü etrafında emek ince ince doğranır. “Kapitalistler öylesine para delisidirler ki, bize bir gün onları asacağımız urganı bile satarlar.” Derken haksız mıdır Mao? Demem şu ki, hangi düşüncede olursak olalım, Maholuğu bırakalım önce bir. Açıktır ki, emek platformu sürekli heyelandadır bu sistemde. Usulca, usulsüzce. Hey lan n’oluyor ulan diyen patinajda ha bire. Avrupa memleketlerinde sosyal demokrasiyle dengelenir kapitalizm. Ne ki arka planda emperyalizmin sosudur bu. Güney yarım kürenin kaynakları sömürülmese Avrupa’nın sosyal demokrat ya da demokratik sosyalist yönetimleri bir gün ayakta kalabilir mi?
Yahut milliyetçilik kavramınında ekonomik çöküntü dönemlerinde azınlık, yabancı düşmanlığına dönüşmesi, ya da milli birlik beraberlik kavramlarını ağzından düşürmeyen ve fakat tatbikatta ülkesindeki kimi topluluk veya etnik unsurları siyasal bir bahaneyle ötekileştirmeye meyilli olmak görülmedik haller midir?
Hiç şüphesiz dil, kültür, tarih şuuru üzerinden müspet bir milliyetçilik fikri ırkçılık olmadığı gibi çağımızın gerçekliğine uygun düşmektedir de. Hani derim ki, sanatta edebiyatta yöntemsel bir değer taşıması ya da Ege, Kıbrıs, Türk dünyası, eski Osmanlı mirası gibi hususlar üzerinden uluslararası ilişkiler alanında devletler, ülkeler arası çıkar çatışmalarının kaçınılmaz kıldığı bir siyasi, ideolojik bilinçse elbette.
Ya peki bireysel insan varlığının önümüze koyduğu ontolojik çizgide varlık, varoluş meselelerinin milliyetçiliğin sertleştiği hallerde vatana ihanet parantezine hapsedilmesi. Halbuki insanın bireysel dünyasına bağlı özlük hakları, manevi dünyası da bir parantez dahilindedir. Nihayet, vatan sevgisi evrensel bir temele otururken, vatana ihanetin dönemsel, Konjonktürel bir izafi duruş göstermesine tüm bir siyasi tarih şahitlik etmez mi? Bir dönem vatan haini sayılan insanlara iadeyi itibar yapılmasının örnekleri dünyanın dört yanında görülmedik durumlar mıdır?
Sözüme mim koyun lütfen! Bu, vatana ihanetin hiçbir zaman gerçekliğinin olmadığı anlamına da gelmez. Açıktır ki, ihanet bir iha/net hali değildir. Ne ki, hüsnü zan ile sui zan farkı misali, vatanperverliğin, yurtseverliğin somut insan varlığı üzerinden okunmasına karşın vatana ihanetin kavramsal, olgusal çizgide değerlendirilmeye daha müsait olduğu hususu da gözden uzak tutulmamalı derim.
Sözün özü, hangi dünya görüşüne mensup olunursa olunsun insana rağmen düşünce olmaz, olmamalı. Öte yandan madalyonun diğer yüzünde salt bireysel çizgide yaşam sürmediğimiz, toplum, millet, ülke, devlet enstrümanları üzerinden anayasal çerçevede şekillenen ve dahi şekillenmesi kaçınılmaz bir dünyanın parçası olduğumuz gerçekliği de anbean karşımızda değil midir?
L.T.