Kayıp kalplerimiz ellerinizin göğünde yitik bir şarkıyı söylüyor gözlerinizde batıyor güneş Yaralı gölgeler gibi karanlık bir geçmişin gövdesinde sarmaşıklar büyüyor Mevsimsiz bir gençlik hevesinde dalgalanan yapraklar bayrak sanki Hiç yenilmiyor ! O büyülü çınarın köklerinde dinleniyoruz Melek yüzleriyle ölü çocukları sallıyor yorgun zaman izleğinde hayat, salıncağın gıcırtılı iplerine kulak kesilmişim ve seyir defterimin paslı göğünde seğiriyor göz bebeklerim ...Kargalar çıplak bir deride avcı ,melekler pırıltılı bir umuda yabancı yaşıyor ruh ülkemde ... Herkes herkese yabancı duruyor ...Kayıp ve kırık can pazarlarına kuruluyor intihar sehpaları Yengimizin bayrağı balıkçılara ve hayalet gemilere ,istasyonsuz trenlere emanet Yoksul varlığımızı kutsuyoruz o son nefeste ! Yenik yitik bir tutsaklık bizimkisi Dalgaların sayfalarında denizi boğuyoruz Mavi kaybediyor Anlağımdaki ninninin tuzunu basıyorum yarama Yaşadığımı hissetmek istemek benim de hakkım,üşürken buluyorum kendimi o eski zamanda...Kış palazına yakalanmışım,yangınım dinmiyor ... Kendimden eksik uyutuyorum laciverdini gecenin, ay gölgeli bahçelerde çiçekler doğuyor Gece sefası rayihasında efil kokan geçmişin hatırasını çalıyorlar , çalıyor kapımı puslu bir havada kör bir bıçak kadar kanlı ve acımasız kalbim, bir katil olabilirim ,belki değilim ! Göğsüme saplı hançeri kimse görmüyor Kanıyorken de kanatabilirsin zira ,kimse bilmiyor ! Yalnız ağlıyorum o boş salıncakta Afiyet olsuzlara geliyor birileri Yediğimiz kan çiçeklerini kusuyoruz Bir Yangında son kurtarılacak düşleri ! Karanlığı çoğaltıyorduk bir zamanlar Azalıyordunuz O geniş avluda Hüzün kovan kuşlarından nihavent şarkılar dinliyordunuz Bir radyo oyunu fısıltısında yayılıyordu düş burgacınızdaki düğüm/sel gerçek Kara kutusu kayıp göksel adlara anlamlar yükleyerek yürüyordunuz Gökyüzünün Tanrı şehirlerinde taşlarla oyalanıyordu gölgeler Ceplerinizde telaşlar olmalıydı Başka düşler Göztaşları Delik cepkeninizde Kayıp sularda kayıp suretlerle atını sürüyordu kayıp süvari ... Sil baştan demişti birileri ! ... Sessizliğin bedelini ne biz yaşıyorken ödeyebilmiştiniz Ne de ödeyecektiniz Karanlıktaki al kanatlı atlılardık,atlardık toynakları yaralı ! Sizden alacaklı gidecektik o uzak limana Siz ! Gün ışığı bahçelerine yaptığımız yolculuklarda unutulmuştunuz , tozu tortulu ,pas tutmuş bakır maşrapaları boş, kuytuda kalmış kuyularda boğulmuş !tunuz ... Aynası kayıp , testileri kırık bir geçmişin çatlağından suyu ve ışığı dilenen bir şimdiydiniz belki de Sizleri gördüğümde ! Birer seraptınız alabildiğine bir çöldeki onulmaz sayrılık ... Adınızı unuttuğunuzdan Umutsuz bir duaydı Haykırışınız ! Kimse fısıldamamıştı sesadlarınızı nehrin kulaklarına Vadiler bihaberdi varlığınızdan Ahşap evlerinizden tren sirenleri duyulurdu davetkâr Siz günaha çağrı sandınız Zemheri gecelerinizdeki pırıltılı rüyalarınızın dilek fişeklerinde ölü yıldızlar Ölümsüz sandığınızdan yok saydınız gece düş bazlarını Salıncakları O açelyanın yapraklarını hiçe saydınız Gölgeli zamanların düşsavarlarıydınız Düşleriniz taşlara yazılı Oysa Taşlar yavaşladığında ve gök yer ,yer gök olduğunda anlayacaktınız Tanrının elleri olduğunuzu ! Parmaklarınızın yokluğunu ... İşte buydu bilmediğiniz rüya Yoksulluğun kokusunu daha önce hiç duymamıştınız ! Ki hiç uyumamıştınız ki bir kez olsun usulca ! Bakışlarınız hayal hareli halkalar olabilirdi bir göl kenarında ! O kuytu kuyuda saklı şimdi düş ... Ölüme yazgılıydınız Ah şimdi söyleyin Şimdi söyleyin Kış ayazının beyaz meşalesinde pervaneleri gonca alazının gülünde coşkuyu O doğmaya yazgılı çocuğu Kim doğurtacak Söyleyin kim ! Ebemkuşağındaki rengin asil gölgesinde çekilirken kılıçlar Ve çığırtkan kuşların sesiyken savaş ve evet aşk ! Kim muştulayacak sessizliği O kimsesiz göktanrısında tini Söyleyin hangi lir doğuracak ! Alkor bir çiy uçarılığında müjdeyi Ayak izlerimiz çoktan kaybolmuşken Seslerimizde eksikken sözümüz Dilimizi yutmuşken üstelik Kim doğuracak bizi ! Kalabalık ,sessizlik ve utanç biler kendini s/ese Varlıkta yokluk büyüsü ışıldar Yoklukta gülümser alınganlığı güneşin kırışık yüzlerinizde bir zaman tanığıdır an gülümser tarih gamzenizin kıvrımında Göz kırpar aydınlık o gerçek dokunuşa Vakur aldanışların busesinde hatırlanır gün Gülün ömrü yetmez bir aşkı anlamaya an rayihasına yüzlerimizin nefesi konduğunda Soldururuz günü ! O anda bozulur büyü ! Yarına gebedir dilek ağacı ve ebemkuşağında gece Ocağı tüten evler dikilir karşımıza sonra Sonrasında düş Aklımızın son hatıraları Ölü yıldız dikey uzayda parıltılıdır ,bir sigara içiminde ikimizin düşünde kan revan bir aydınlık ! Bir kış çiçeği ! Karın derinindeki sürgün Düşbaz düşümüzün sessiz dili ! Ne çok şey anlatır büyü ! Sessiz şarkı dinlenir boşlukta Ansadığımız kara toprakta, canda ve camda toprak ve aynada su çözülür Yüzümüzün gurbetinde ve özlediğimiz bakışlarda ,bakışlarla ağarır tan , üşür ! Yalın yağlı urganın üzerindeyken siz ! Yani ufuk cambazı ip üstündeyken Yalnızlık çok ağır çekiyorken yerçekimsiz boşluklarda kalp çekimli karanfil pembesine, dolunaya asılı durur çürüyen etimizin sessizliği Sokak lambalarının yorgun direkleri göz kırparak bakar aldanışlara ! Şarkımızda asılıdır çaputlu dilek ağacı,ağaçta kuş sesleri Ezgisinde melodik bir düş/üşme kavga ederiz yine ! Kendimizle Dizlerimiz kanıksamıştır kanı , daha nice yaralara gebedir gidişlerimiz Hayat der geçersin Okkalı bir küfür savurur geçer gölgenin iyiliği Garip bir kahkaha deler geçer gün saydığını Gök delinir ! Sanki toprak ! tanrısıdır denizin... Unuttuğumuz renk mavidir, bir düğümdür, nehirden kalma soluk an’ı öykünür su yeşiline Bulanık bir su birikintisi , nefessiz bıraktığımız o son ayrılıktaki yıldız kayması, gök sızısı ... geçer kuş kanatlarına yüklü geçmişimiz Göksu evrende bir damlası eksilir ,bilmediğiniz giz ! yoklamada bir eksik yazılır gökyüzleriniz her seferinde ! su ve geçmiş ! Hem eksiktir hem eskimiş Çürümüş yapraklar içindeki susku s/es kesilmiş bir doğru ! Eprimiş bir kazak kadar yaşlı ve yaşamış ... Pamuk tarlasında doğan yalnız su kenarı duacısıdır flüt , rüya habercisi ,rüyadan bihaber ezgi Su kenarının huzuru ,üç yapraklı yonca ! Özlemle bekleyen yeşil baharı ! Bereket beyaz ve hafif bulutlar kadar narin bir karabasan Boş bir boşluk Dışı ten İçi mahzen Bir giz yanılsamasıdır Tanrı Çok basamaklı evin merdivenlerinde bir zamanlar duyduğum ses !ti zaman hiç bitmeyecek bir yaşam coşkusu Şarap kırmızısı Eskitilmiş Tanrı suretindeki an ! "İçimi ters yüz ettim " ...Karıncalar o uzun yolculuklarına başlamışlar... Işıklı bir geçmişin bekçisiyim Işıklı rüyalarım var benim Babaannemin diğer adıydı dilek ağacı Unutmuşum Çaputlardan kilimler yapardı Her ilmeğinde Bir düş doğardı Anlamamıştım Anlamamışım bir düşmüş adımız Dizim ağrırken nasıl da unutmuşum düş yoksunu uykuyu O yaz rüyasını zamansız bir düş olduğumuzu Zamanın akışında bir ben bulacağım umudunu ! Nasıl da unutmuşum Öldüğümde bile toprağın tablosunda ses olacağımı ... Evet ! Unutmuşum ... Sonra yine söz yön değiştirir ve akar geceye Sizi düşünmüştüm hiç olmadığınız zamanlarda ben dediğim kendimle birlikte Albenili uçurtma kanatlarında su taşları ve çiçeklerdik belki de ! Bir beklide saklıydı adımız ! Elbette bir belkiydi adımız ! Gölgesi kayıp ruhlara benziyorduk ışıkları söndürülmüş hayalet bir gemi geçiyordu uzaktan Işıklar geçiyordu Yıldızlara el sallayan balıkçılarıyla gemiler ! Bulanık sularımızdan ... Üşüyorduk kimseye sormadan ! Kimse yoktu ,yalnızdık ! Sarılmadan Anlayamazdık gölgede saklı suyu Parmaklarımızdan kayıp gideni, gözlerdeki uykuyu Ki çağırırdı zamanın savruk koyu İlmeğe geçmeyen ,düşmeyen damla sudaki buğuyu Kabuğunu koparmışlardı yaralarımızın Dizimizdeki yaranın adını yürümek koymalıydı Ağzımızdaki lokmanın adını ekmek Sonra işte bu sözleri söyleyerek yürüdük, düş gezgini yabancılarıydık ülke diye bildiğimiz yerkabuğunu yolcusu Dudaklarımıza kırmızı riyalı rujlar sürerdik ! Akut kanamalı kalplerimizdeki boş damardı zaman ! En az güvercinler,serçeler kadar ürkektik Arardık celladımızı ! Yüzümüzün saklı olduğu aynaların sırı çözülmüş sırtında izimiz var sanıyorduk hâlâ İzi var sanıyorduk o karla kaplı vadinin alçak gönüllü dilek ağacının kollarında Ömrümüz boyunca biriktirdiğimiz rengârenk çaputlar,hatıralarımızdı en büyük ganimetimiz... Çürüyecekti evimiz ! İnce belli cam bardaklarda içilen tavşan kanı çay demindeki ışıklı geçmişti zemheri anı usumuzun pususunda canlanan ! O fotoğraftaki gülen yüzlere paha biçemiyordu Tanrı ! Düş su geçmişin yadigârında geyik ve nehir ve o soğuďun gözlerindeki beyaz yaz ,orada olmamalıydı Yeşil şu renkli firuze ve heybetli taşları ormanın ! Öylesine parlak ! Camdan kalp bu ! Kırılacak ! Meşe ağaçları yeşil capcanlı bir peri masalı vaade ediyordu her seferinde ! Göz göze geldiğimizde Ve O Uyandığında o yalnız kulübede Rüzgarın sessiz ninnisinde büyütürken gölgesini Her şey her şey yalan oluyordu ! Her şey bir gölge oyunu İşte o zaman anlıyordu güneşin uykusunu Kışın çığ gibi büyüyen soğuğunu ısıtan parmaklarını Üşüyen parmaklarını ! Damarlarındaki kanı Hançerdeki katilin yalnız evindeki vakur bekleyişini o zaman anlıyordu ! Korkuyordu ölmekten Her an ölürken Yaşama borçlu Tanrıdan alacaklıyken Bekliyordu ! Kalbinin tütsülenmiş Kırık kanadında gölgeleniyordu gölge Aşksayacaklardi insanlar kendilerinden uzak bırakılanı Biliyordu Koca avlu koca bir boşluk olarak kalıyor,yorgun gökyüzü sırtında taşıyordu Tanrıyı ! Ölü diye bildiğimiz güvercini Güvercin masalını Güvercin kanadında sakladığımız incisini istiridye kabuğunun Bir tek O biliyordu Topal sandalyelerin gevezeliğindeydi yeniden doğmalarımız ! Yeniden ölmek gibiydi kanatsızlığımız ! Topraksa inanılmaz bir gelgitti ay gölgesinde Islak zaman ışığı kış güneşinde kurutulurdu Bir reenkarnasyon ritüelinde bilge bir gülümsemeyle bana bakan bir ağaçla göz göze ölürdüm! Ölecektim ! Kim bilir kaç kez doğmuştum bir kuşun yamacında Kim bilir kaç kez ölecektim o kışın kanatlarında O çınar gövdesi kovuğumuz Olmuştu Büyümeyi bildiğimizi zannettiğimiz zamanlardaki kokuyu kokladık Ve yürümeyi unuttuğumuzun korkusunda ilerledik Zaman içre bir girdabın deviniminde devirmiştik ovaya dökülen kum dolu paslı su ile yıkandığımız kuytusuz boşluğu... 26 Aralık 2016 |