- 522 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Emily Dickinson İzleğinde Bir Kurbağa Öpüşü
Yürekdaşım Neslihan Yazıcılar ve varlığından birkaç yıl önce haberdar olduğum yeğenim Emily Taşkın’a...
Yaklaşık on beş sene önce mesai arkadaşım Anita ile birlikte kütüphane arşivini kayda geçerken tavana kadar uzanan raflardan birinde İngilizce baskısı ve tozdan seçilmeyen parlak mukavva ciltli kapağıyla bana konulduğu mahzende yıllardır unutulmuş burgonya rengi bir şarabı andıran o soylu, ama yapayalnız kitabın karşıma çıktığı günü dün gibi hatırlıyorum. Kitabı sol elimle sırtından kavradığım esnada soluk sarı yapraklarından bir tanesi bir balerinin tülden yapılmış tütü eteğinin havalanıp inişindeki zarafetle zemin katın loş atmosferinde uçuşmaya başlamıştı. Ayaklarım yedi basamaklı merdivenin beşinci basamağındayken uzanmaya cesaret edemediğim yaprağın birkaç zarif manevrayla terrazzo zemine doğru inişini izlerken soluduğunu hissettim. Arka yüzü harflerden azade sayfanın alnacında kalın puntolarla yazılı olan başlığı okuyabilmiştim: "I’m Nobody! Who are you?"*
Akşamüzeri kayıt, ayıklama ve temizlik işlerini bitirdikten sonra elimizde şömiz giydirilecek kitapları içine koyduğumuz kamış sepetlerle üst kata çıktık. Sepetleri fotokopi makinasının dibine bırakıp koridorun sonuna doğru ilerledik. Sağ taraftan batıya açılan fotoselli kapıdan kantine geçtik. Günlerden perşembeydi. Azur mavisine boyanmış iç ve dış kenarları el işçiliğiyle yontulmuş bir düzine ahşap rakamın duvara tek tek vidalandığı saat 16:30’u gösteriyordu. O sabah hasbelkader ikimiz de güne kahveyle başladığımızdan üstüne üstlük öğlen yemeğini de dört buçuk saat gecikmeyle atladığımızdan karnımızda değil zil zurnalar çalıyordu. Ne var ki kantin çalışanı Gyda, salamlı-peynirli sandviçlerin ve küçük toprak kaplarda elleriyle hazırlayıp pişirdiği elmalı turtaların bulunduğu camekânı çoktan kilitlemiş etrafı toplayıp gitmişti bile. Anlaşılan herkes paydos etmiş kenarda köşede bizden başka kimseler kalmamıştı. Aklımdan personel odasına (eşya dolabıma) gitme düşüncesi geçerken ve tam da bunu çalışma arkadaşıma söylemek üzereyken o, önünde durduğu buzdolabını kuşatmaya hazır komutan edasıyla haykırdı:
– Aç karnımızı doyurmadan hiçbir yere gitmeyeceğiz!
Anita orta boyludan biraz kısa, kısa boyludan biraz uzun, omuzuna kadar dökülen açık kumral seyrek saçlarının kâkülünü bir tutam cesaretle az bir tutam tutarak kendisinin kestiği, kestiği o kâkülün derin, tek çizgisi bulunan oval alnına ahenksizce dağıldığı, altmışlı yaşlarda beyza tenli bir kadındı. İnsana sürekli hüzün stokluyormuş hissi veren kızılımsı eğik kaşlara, safir mavisine çalan ufacık gözlere, yaz mevsiminde elmacık kemikleri üzerinde daha da belirginleşen tomruk rengi çillere ve sivri bir çeneye sahipti. Dar, düşük omuzlarına tezat üst bedeni geniş ve dolgundu. Üst bedene paralel inen kıvrımsız bir beli, birdenbire daralan basenleri, çelimsiz ince bacakları vardı. Neşeli zamanlarında attığı kahkahalar ekşimtrak sesine rağmen kulağımı okşardı. Çünkü o, gülmüş olmak için değil gerçekten gülen kadınlardandı. Emeklilik planları olduğundan çoğu zaman eli işine zoraki giderdi ancak o gün epey yorulmuştu. Acıkıp da kuvvet kaybı yaşadığı zamanlarda tümü kendine ait olan sarımtrak iri dişleri hafiften takırdamaya başlar, ayakta durmakta güçlük çeker, sinirleri gerilirdi. Sinirleri gerildiği anlarda ise koordinatları otomatiğe bağlandığından hepimize anadili olan İsveççeyle konuşmaya başlardı
Tanıştığımız zamanlarda İsveç’in batısında Mellerud Belediyesine bağlı nüfusu bini bile bulmayan Dals Rostock adında bir kasabada Cizvit tarikatına mensup bir ailede doğup büyüdüğünü söylemişti. Kırk yaşlarındayken üç oğlunu da yanına alarak batıdan güneye geçişini, Linköping Havalimanında uçak teknisyeni olarak görev yapan kocasıyla tanışmalarını, evliliklerini ve daha sonra Norveç’e göçlerini uzun uzun anlatmıştı bana. Emekliliğine iki sene kaldığı için asılmazdı pek sorumluluklarına… Konuşurken işine hakimiyetinin eskiden olduğu ölçüde devam ettiğini savunurdu lakin uzun soluklu çalışma hayatından sonra kendi kendine kademe atlatmış gibi söylediklerine mugayir davranırdı. Öğlen yemeği vaktini günaşırı sarkıtmak, haftada mutlaka bir gün işten erken paydos etmek ona göre elbette görmezden gelinmeliydi ki geliniyordu da…
Mesainin bir hayli uzadığı o gün buzdolabının kapağını açar açmaz karşımıza çıkan jumbo yumurtaları görünce çocuklar gibi sevinmiştik. Altı tanesini kantinin emektâr, demirdöküm tavasına kırarak bol tereyağlı göz yumurta yaptık hemen. Üzerine de tezgâhın köşesindeki uzun cam kavanozda duran kavrulmuş çıtır soğanlardan boca ettik kaşık kaşık… Gökyüzünde grup vaktinin yaklaşması, yarı açık pencereden ilkbahar rüzgârının efil efil yüzümüze esmesiyle optimal bir karar aldık o anda ve yemeğimizi içeride yemekten vazgeçtik. Meyve sularını, tepsiyi kaptığımız gibi arka bahçeyi gören, manzarası kırmızı yığma tuğlalarla örülü yüksek duvardan ibaret taraçaya çıktık. Midemizin kazınmasına rağmen dağıtmadan pişirdiğimiz yumurta sarılarının göbeğine, bulduğumuz tek ekmek olan kahvaltılık yulaflı gevrekleri bandıra bandıra bir güzel karnımızı doyurduk.
Keyfimiz yerine geldiğinde Emily Dickinson ve şiiri hakkında birbirimize sorular sorarken bulduk kendimizi. Bu efsunlu şairin eski zamanlarda mezar taşlarına yazılan kısa koşuklara benzer epigramist biçemi, tabiât, müzik, aşk, ölüm, ölümsüzlük gibi evrensel temaları işlerken yaptığı tasvirler ve o tasvirler için tasarladığı imgelerin esrarengiz ışıltısı büyüleyiciydi. Okuduğum kısacık şiirlerden öyle etkilenmiştim ki tılsımı tüm benliğimi oracıkta kaplayıvermişti. Gelecekte yaşanacakları, daha gelmemiş olanı bilmek gayrimümkündü ancak o an emin olduğum tek şey sihirli bir zamandan geçtiğimdi. Kendimi bildim bileli hep içte, içerimde hissettiğim, uzaklarda bir yerlerde duyumsandığıma inandığım yakınlarımla tanışma zamanının kuvvetle muhtemel yaklaştığını seziyordum. Birkaç saat öncesinde merdivenin üzerindeyken zemine düşüşünü izlediğim soluk sarı sayfada bir lahza gözüme çarpan sözcüklerin soluduğundan artık emindim ve o sözcüklerle somutlaştırılan mısraların bana gönderilmiş bir pusula olduğundan da…
Artık aşağıya inip alarmı ayarlama, çıkış kapısına kilit vurup kütüphaneyi terk etme vakti gelmiş hatta geçmişti bile… Ama bunu farketmemize rağmen bir süre daha hiç konuşmadan dingince oturduk taraçada. Yüreğim, anlam veremediğim bir şekilde sonsuzluk hissiyle atıyordu. Bahçede yükselen yaşlı duvarın ufka ket vuramadığı o pürtelaş vakitte gözlerimin önüne serilen uçsuz bucaksız renk yelpazesi, gök alabildiğine benimdi. Ve hiçbir şey o göğe bakmaktan daha güzel değildi.
/ yüRekTen
Üvercinka 93. Sayı
* “Hiç kimseyim ben! Sen kimsin?
Sen de hiç kimse misin?
O zaman iki olduk – söyleme kimseye!
Bilirsin işte, sürerler bizi.
Ne kasvetlidir ama birisi olmak,
Nasıl aleni! Meftun bir bataklığa
Bütün bir Haziran adını haykıran
Bir kurbağa gibi!”
YORUMLAR
Emily'nin de bir göğü vardı ve o göğe sıra sıra tuğlaların ardından uzak bir deniz gibi bakardı. Kendisi bir kütüphane dolusu bilmeyi Susandan öğrenmişti ve ona her anlamda aşıktı. Kaç kişi anlayabilirki sapyoseksüel bir tutkunun nasıl bir haz olduğunu. Bazı bağlılıkların cinsiyeti yoktu ve Susan onun için belki de gökyüzündeki bir bulut veya yıldız değil gökyüzünün tamamındaki hiç kimse idi.
Çok sevdim yazınızı.
Sevgilerimle...
/ yüRekTen
Sonraları okuyup araştırdıkça öğrenmiştim evet. Abisi Austin'in eşi Susan'a (yengesi ve aynı zamanda çocukluk arkadaşı) olan tutkusunu..
"I chose this single star
From out the wide night’s numbers —
Sue — forevermore!"