Alçak ruhlu olanlar para arar, yüksek ruhlu olanlar ise saadet arar. ostrovski
cıngar_yuvanta
cıngar_yuvanta

KARA YILANLARIN ÖÇ GÜNÜ

Yorum

KARA YILANLARIN ÖÇ GÜNÜ

0

Yorum

0

Beğeni

0,0

Puan

427

Okunma

KARA YILANLARIN ÖÇ GÜNÜ

Basık gece havasının yerine geçen şafak soğuğu ovayı bastığında aniden uyandı. Korkuyla derin soluklar alıyor, bazen solukları iniltilere karışıyordu. Vücudu titriyordu; hayır soğuktan değil, dehşetten... Kızıl gökyüzü sessizdi, yaz mevsiminin son günleri olduğunu hatırlatırcasına kana boyanmıştı. Kış geldiğinde hep kan oluyordu. Doğaya kanlar akıyor, su birikintisine dahi akacak olan zehre bir dönüm daha yakınlaşıyordu. Tavuklar çoktan uyanmıştı, belki de hiç uyumamışlardı. Gelincik baskın atmış gibi görünüyordu. Hayır, gelincik değil. Gelincik olsaydı çoktan hepsini boğmuş tek sağ ferik bile bırakmamış olurdu.
Su kanalından çağlarcasına akan suyun sesi konağa kadar geliyordu. Çeşmeye gidip bidonlara su doldurması gerekiyordu. Tüp, evet tüp de bitmişti. Cardınların kış uykusuna girmesine az kalmıştı. Evleri talan edebilirlerdi. Zehir de almalıydı.
Yün yüklü döşeği katlayıp omzuna güçlükle attı. Yorgan yastığını da koltukaltına aldığında damdan konağa indi. Kapıyı anahtarla açıp yüklüğe yüklerini yerleştirdi. Yüklükten iç avluya girdiğinde başına şiddetli bir vurgun yedi. Gözü karardı, sendeleyerek duvara tutundu. Boydan boya yaslı sedirde kendi çocukluğu ve kuzenleri birlikte oyun oynuyordu. Bu durum az önce gördüğü rüya kadar korkunç değildi, acıyla tebessüm etti. O günleri özlemişti...
O günler de ne demekti? Kaç gün olmuştu evden kaçıp bu konağa yerleşeli? Hayır, kaç hafta? Hayır hayır! Olamaz! Zaman bilincini yitirmişti. Sedir üstünde oynayan çocuklardan daha ağır bir şeydi bu. Şalvarın bol kısmını kaldırıp beline soktu, ellerini başına sarıp yere çöktü. “Kaç yılındayım ben, kaç yıldır buradayım, kaç yaşındayım?” sonra gözlerini hızla açıp helanın lavabosuna koştu. Aynada yüzünü inceledi ve derin bir “oh” çekti. Daha gençti, çocuksuydu hala yüzü. Hiç güzel görememişti kendini, asla merhamet etmezdi bu çirkin kıza ama o an başını okşayası geldi. Başındaki yazmayı çıkartıp güneşten açılmış sırma saçlarına baktı. Bakışlarıyla sevdi saçlarını. Yüzüne bir tebessüm kondurup yazmasına keçik kurdu.
İç avludan mutfağa geçti. 8 tabak çıkarttı, dolabı açıp kavurmalık etlerden aldı. Keskin kurban bıçağıyla doğrayıp dedesinin aynen öğrettiği gibi kavurdu. Yufka ekmek ısladı, sofrayı aldı. İç avluya sini sofrayı kurup sekiz tabağı bir güzel dizdi. Çocuklar sedirden inip yemeye koyuldular.
Akrabaları bucaktaydı aslında hala. Toprak yolu köprü tarafına doğru takip ettiğinde bu ovanın mabediymişçesine ağaçlar kaplar etrafı. Ulu, uzun ağaçların arasındaki konakta teyzesi oturuyordu. Zavallı teyzesini devamlı kontrol ediyordu uzaktan. Sözde ağa hanımıydı... Kahkaha attı bir anda. Ağa öyle mi? “O soyukorduğumdan bırak ağayı adam dahi olmaz! Etek giydirirler eteğe yazık olur!” diye söylendi. Kahkahası dursa da saf bir gülüş hakimdi yüzünde... “Ağa Hanımı ha... Biz de ağa torunuyuk zaar... Miras varisiyiz.” Çocuklara döndü. “Değil mi yeğenlerim?” çocuklar duymadılar bile.
Başka! Başka kim vardı? Ağabeyi vardı tabii ya! Dükkanı bucaktaydı. Eğer teyzesi haber etmediyse abisi hala buralarda olduğunu bilmiyordu. Bilmesindi, gelinden çekiniyordu.
Kapıya kuvvetlice vurulmaya başlanmasıyla çocukları apartopar sofradan kaldırdı. “Saklanın! Geldiler yine! Seyfilerin kızıyım ben, ne bu saygısızlık! Eskiden Hanımefendi diyerek ön iliklerlerdi!”
Kapıyı zorlayan yanık tenli, ela gözlü, yakışıklı genç uzun uğraşlar sonucu kapıyı açtı. Ayakkabılarını dahi çıkarmadan içeri daldı. Gördüğü manzarayla donakaldı. Omzundaki tüfekle uyuyan cardını vurdu. Tüfeği indirdiğinde hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı “Yer fıstığı! Benim aptal bacım...” İç avluda taze bir sofra kuruluydu. El dokuması halı tortulaşmış kanlarla kaplanmıştı. Bedeninin bir kısmı kemirilmiş kız, bedeni canlı olduğu zamanlar kadar beyaz tene sahip değildi. Kumral saçlarının bir kısmı yolunmuş, parçapinçik olmuştu. Sedirin altından kara bir yılan sürünerek taze sofranın üzerine çıktı. Yeni kavrulmuş kavurmanın kacağını devirip kızın bedenine sarıldı. Yer fıstığı dolu tabak masadan yere düştü. Bir çift ela göz o yöne baktığında duvarda bir kız gölgesi belirdi ve kayboldu...

Paylaş:
(c) Bu yazının her türlü telif hakkı şairin kendisine ve/veya temsilcilerine aittir. Yazının izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.
Yazıyı Değerlendirin
 
Kara yılanların öç günü Yazısına Yorum Yap
Okuduğunuz Kara yılanların öç günü yazı ile ilgili düşüncelerinizi diğer okuyucular ile paylaşmak ister misiniz?
KARA YILANLARIN ÖÇ GÜNÜ yazısına yorum yapabilmek için üye olmalısınız.

Üyelik Girişi Yap Üye Ol
Yorumlar
Bu şiire henüz yorum yazılmamış.
© 2025 Copyright Edebiyat Defteri
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.

Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.
ÜYELİK GİRİŞİ

ÜYELİK GİRİŞİ

KAYIT OL