9
Yorum
9
Beğeni
0,0
Puan
892
Okunma
Hiç konuşmuyordu. Gözlerini bir noktaya dikmiş kımıldamadan öylece duruyordu. Bense sürekli bağırarak bir şeyler anlatıyor onun dikkatini dağıtıp, ilgisini çekmeye çalışıyordum. Beni dinlediğini sanmıyordum, hatta duyduğunu da… Bir süre sonra başı göğsüne doğru yavaşça düşmeye başladı. Ayağa kalktım hemen, önce elini tutmak istedim, sonra yıllardır değişmeyi gururuna yediremeyen emrivaki ses tonumla:
-Kalk! Çabuk kalk!
Ona kalkmasını söylememe rağmen tepki vermiyordu. Gözlerinin içini didik didik ediyor, dudaklarından dökülmeyen sözcükleri göz bebeklerinde arıyordum. Üzerine bol gelen kazağının sarkık kol ucundan tutup yavaşça kaldırdım oturduğu yerden. Ayakta güçlükle duruyordu, bir an dizleri kırılıp düşecekmiş gibi sendeledi. İyice yapıştım kazağının sarkan tarafına, daracık koridordan geçip odasına doğru ilerledik birlikte.
Birlikte… O an beynim bir kıvılcım söküp attı kafatasımın içinden. İlk defa yan yana yürüyorduk, oysa onun hep arkamdan sürüklendiğini hatırlarım. Hatta ayaklarıma kapandığını, paçalarımdan çekiştirip durdurmaya çalıştığını… Korkuyordu aslında benden, çok korkuyordu. Ben de ondan korkuyordum tıpkı bir hayalet gibiydi. Kapıdan kovsam bacadan giriyordu. Bir an olsun beni yalnız bırakmıyor, en olmadık zamanlarda karşıma çıkıyordu. Bir kere bile dönüp yüzüne bakmadığım halde bu ne cesaretti? Bilmiyor muydu her seferinde arkamdan gelişlerini hiç umursamadığımı? Üstelik zehir zakkum sözcüklerimin kölesi yapmışken onu, “Seni çok özledim, ne olur beni bırakma, gitme“ diyecek cüreti nereden buluyordu? Onu susturmak için taa uzak yollardan hediye gönderdiğim zamanlar olmuştu parçalayıp atıyormuş, söylüyorlardı. Kıymet bilmeyen bu nankör! Ancak bir gölge gibi benim peşimden dolanmasını biliyordu. Gözlerinden hiç ayrılmayan o umutlu ifadeden nefret ediyordum. Hele hele ruhumun derinliklerine kadar inip medet umması beni mahvediyordu. O zamanlar da böyle gizli bir matemin altında çırpınıp duruyordu ya, buna rağmen sessiz ve içine kapanık değildi… Sanırsınız ki koca dünyayı kendisi yaratmış bir ağlardı bir ağlardı ki arkamdan, dağlar işitse kederinden çatlardı tuzla buz olurdu. Sağır değildim elbet, duyardım duymazdan gelirdim. “Ulan” derdim içimden “çeneye vurulmak için bir kilit icat eden olsaydı hemencecik kapatırdım şunun ağzını.”
Şimdi konuşsun istiyordum, döksün eteğindeki taşları. Biz ilk defa yan yanaydık yıllar yıllar sonra, o susuyordu. Koluna girebilirdim, girmedim, giremedim… Bir kez daha kendime, duygularıma rest çekip sadece kazağının kolunu tutmakla yetindim.
Yatak örtüsünü kaldırıp yorganını açınca boş bir çuval gibi çöküverdi boylu boyunca yatağa. Ne kadar büyüdüğünü ilk kez o zaman fark etmiştim. Yüzünü solgun bir beyazlık kaplamış, yıllardır hiç uyumamış gibi bir hali vardı. Başını yastığa koyar koymaz kapandı gözleri. Kirpikleri göz altlarını gölgeleyip kapatacak kadar uzundu, uyumuyordu, beni izliyordu, bundan emindim. Üzerini örtüp oturdum yatağın kenarına, ilk defa yanında oturuyordum… İlk defa saçlarını okşamak, sıkıca sarılmak geldi içimden ama yapamıyordum. Uzattığım elim kendi ağırlığından kendini taşıyamayan bir külçeden farklı değildi. Bir süre öylece havada asılı kalakaldı. Sonra adeta güçlü bir mıknatıs tarafından gerilere, çok gerilere doğru çekildi. İlk defa dokunmak istedim dokunamadım ona. Hareketsiz bir müddet yanında kaldım. Sonra salona geçtim.
“Hay aksi! Bunlarda bitecek zamanı buldu” diye söylendim, sehpanın üzerinde duran ağrı kesicilerden bir tane içmek istediğimde. Sürahiden bir bardak su doldurdum. Ancak elimi kaldırıp içecek halim bile yoktu. Ben de yorgundum, külfetti işte bana o, kendine gelsin diye çok nefes tüketmiştim. Ezikti benim de kalbim ve yaşlı bedenimi saran pişmanlıklarım üzerinden bir tır hızla geçmiş gibiydi. O kadar çok susamıştım ki dilim, damağım, ses tellerim sanki ağzımın içinde susuzluktan eriyip kaybolmuştu. Bin bir güçlükle ağzımın kuruluğunu aldım sağ elimle bardağı ağzıma götürürken, sol elimle başımın arka tarafını tutarak koltuğa doğru iyice yaslandım.
Şimdi hayatta olsaydı biricik karım ve şu halimi görseydi ”ahahaha Orhan onlar şapkaları düşmesin diye su içerken başlarını tutuyorlar, senin şapkan yok ki!.” derdi. Nasıl özlüyorum yüreğimi ateşe salan biricik hanımımı... Bana o müjdeli haberi verdiğinde “dünyanın en mutlu ailesi biz olacağız, bebek geliyor” dediğinde bir an olsun aklıma gelmemişti üzerime bir külfet bırakıp bu dünyadan göçüp gideceği. Evet, kaldıramayacağım, taşıyamayacağım bir yük bırakmıştı bana. Ona her baktığımda biricik karımın ölümünü hatırlıyor onu kendimden uzaklaştırıyordum.
Suyumu içip bardağı sehpaya geri koyarken karşıdaki konsolun üzerinde küçük bir not kağıdı gözüme ilişmişti. Bu da neyin nesiydi, kaç zamandır orada duruyordu? Merakıma yenilip kalktım oturduğum yerden. İkiye katlanmış kağıdı açtım. Kekeliyordum okurken.
-Annemi ben öldürmedim baba, ama beni sen öldürdün.-
Ne demekti bu, hemen onun odasına gittim. Artık babasını kucaklamaktan vazgeçmiş iki narin kol, yatağın kenarından sarkıyordu.
EbRuAsya//