Şairin dediği gibi “Su aktı, yolunu buldu.” Zaman zaman huzursuzlukları olsa da bu melun virüsün tedavisi bulundu. Tıpkı kızamık, çocuk felci vb.de olduğu gibi her yeni doğan aşılanıyor şimdi. Bir nebze de olsa sonuca ulaşıldı. Birçok kayıplar yaşanmış olsa da şükür ki o ve ailesi sağlıklı şekilde atlatmışlardı bu süreci. Yaşanan günleri düşünce Toprak, o sayfaları sararmış defteri hatırladı. Çekmeceye uzandı usulca, kilidi çevirip açtı ve defterini eline aldı. Bu defteri bulduğu gün nasıl da kararsız kalmıştı almakla almamak arasında. İyi ki de almıştı. Yatağına uzandı, yastığı arkasına yerleştirdi ve sayfaları karıştırıp okumaya daldı. İlk sayfaları hızlıca geçti. Bu yazıyı ise defalarca okudu. Her okuyuşunda farklı anlamlar yüklüyordu kelimelere. “ Düşünmemiştim, düşler boyu seni düşleyeceğimi. “Hiçbir şeyimsin benim” derken “her şeyim” olabileceğini. Düşünmemiştim, seni böylesine sevebileceğimi. Baktığım her yerden bana gülümseyeceğini, dinlediğim her şarkıda karşıma çıkabileceğini. Yazdığım her romanda kahramanım olup karşıma dikileceğini… Ağaçlara, kuşlara, yıldızlara, minderin üstündeki kediye baktım dün gece. Dışarıda yağmur vardı, hava kapalıydı. Bir damla, bir çiçek, biraz toprak, Toprak’ın beni benden alan kokusu… Sırılsıklam oldu her yer. Güneş çıksa ısıtsa içimi, yeşertse tohumları, dedim. Bir gülümseme belirdi gökyüzünde, sen filiz verdin. Gözlerimin önünden hayalin geçti bulutların peşi sıra. Bir kedi kadar sıcak baktım, bir kuş gibi umutlu. Avuç dolusu toprak, avuç dolusu yaprak. Yapraklar dolusu sözcükler geçti içimden. Biçimden biçime girdi yüzün, can buldun. Seni camdan görünce, can buldum. Bir ışık oldun, bir gölge. Bir gölge oldun, bir ışık. Aklım, karma karışık. Sevinç de var keder de. Ayaz da var güneş de. Ay ışığına dönüştü gözlerin, baştan çıkarıcıydı kokusu kır çiçeklerinin. Gözlerimi açtım, vazoda kır çiçekleri buldum. Koyu bir sabaha uyandı hüzün, şahlandı yüreğimde özlem. Dörtnala koştu duygular, düştü kor ateş. Sıcaktı, bunalttı duygular. Kırıldı ışık, kızıl maviye boyandı gökyüzü. Sağanaklarca düştü düşler. Dalgalar deli, dalgalar hırçın. Yükseldi, yutacakmışçasına çarptı kayalıklara. Çekiverdi yaşamı içine sessizce. Çekiverdi seni, çekiverdi beni. Kayboldun sen mavilerde, kayboldum ben yazdıklarımın derinliğinde. Büyülü bir anı yaşıyor şimdi evren. Tatlı, kaçamak buluşması gibi rüzgârla tenin. Aktı gece sabaha, yayıldı düşünceler ufka. Kâğıdım, kalemim, düşüncelerim sustu. Belli ki yüzleşme saati ömrün.” Okuduğu yazıdan sonra anladı ki her insan zaman zaman ömrün yüzleşme saatlerini yaşıyormuş. Yapısı gereği çabuk sıkılan Toprak, defteri kenara bırakıp düşündü. “Ya o karantina günleri olmasaydı hayatlarımız nasıl olurdu acaba? Esra karşısına çıkmamış olsa Leyla ile bir geleceğimiz olur muydu? Hayatımız hangi yönde gelişirdi?” Bu sorulara cevap ararken derin bir uykuya daldı. Uyanınca defteri aldı, çekmeceyi açıp içine bıraktı ve kilitledi çekmeceyi. Defteri bulduktan sonra defalarca okumuştu aslında, sonra da bu çekmeceye bıraktığını unutmuştu. Onun yapısının özelliğiydi bu. Onu gerçekten yaralayan pek çok olayı yok saymıştı. Bir süre sonra bu olaylar, her şey tek tek yüzeye çıkmaya başladı. Bir arkadaşının önerisi ile psikologa gittiği günü anımsadı. Gaye ile tanıştıkları gündü o gün… Gaye işinde oldukça başarılı ve güzel bir kadındı. Eğitimini başarı dolu bir özgeçmiş ile doldurup, yurt dışında yüksek lisans yapmış, kısa sürede tercih edilen bir doktor olmuştu. Daha çok ünlülerle çalışıyordu. Neredeyse tüm hastalarının anlattıklarını özenle dinliyor, onlar için çabalıyordu. “Aslında tüm anlatılanlar klişeleşmiş bir cümle olan ‘çocukluğa inmek’ ile birleşince çözüm de zor olmuyor.” demişti. Anlaşılmak, dinlenmekti aslında tüm hastaların istediği. O da bu noktada işini kusursuzca yapmaya kararlıydı. Toprak ona gittiğinde “tükenmişlik sendromu” yaşadığını söylemişti. Uzun görüşmeler sonrasında yaşadığı acıları zorla da olsa dillendirmesini sağlamıştı Gaye. Toprak oldukça ketumdu ve paylaşmayı sevmiyordu ama ne yapıp edip sonunda onu çözmüştü. “Bizleri sahiden yaralayan meseleleri görmezden gelmek, bastırıp içe atmak çözmüyor sorunu. Çeşitli nedenlerle bastırılmış, ağlanmamış, ağıt yakılmamış, haykırılamamış duygular yaralıyor insanı. Her ne kadar maskelenmeye çalışılsa da gün gelip böyle olmadık zamanlarda ortaya çıkıyordu. Bir yanardağ misali patlıyor duygular. Bir noktada susturulan duygular kendi dilince çıkıyor işte ortaya. Yaşadığımız dramatik olaylar bir gün tercihlerimizin yansıması oluyor. Sonuçta da tükenmişlik, dağılmışlık hissi bir ruh haline dönüşmeye başlıyor. Sizin durumunuzu tanımlamak için gereksiz betimlemelere, süse püse gerek yok... Halk tabiriyle ‘Yaşadıklarınız çıkıyor.’ Hayatın gerçekleri küllenmiş bir yorgunluk olarak karşımıza çıkarken gerek yok sararmış defterleri tekrar tekrar karıştırmaya. Bir an önce onlarla yüzleşin ve ‘an’ı yaşamaya başlayın.” demişti. İçinde bulunduğu durumun ruh halinden kurtulması, çocukluk coğrafyasının bozkırlarından engin denizlere yelken açmasıyla mümkündü. Ama o kıyıya vurmuş bir tekne misali gözler önündeyken bunu yapamazdı. Bir an önce inzivaya çekilmeli ve yüzleşmeliydi ömrünün gerçekleriyle. Hepsinden önemlisi kabullenmeliydi, görmezden gelmek yerine. Tam olarak böyle demese de Gaye, onun aldığı ders bu oldu doktor ziyaretinden... Kasabanın girişine kadar yıllardır yok saydığı pek çok şey, daha kasabanın levhasını görür görmez dışa vurmaya başladı. Doktoru haklıydı ve bu yüzleşmeyi yapacak, işine geri dönecekti. Kafası gibi yaşadıkları da karışıktı ve bu inziva sürecinde hepsini tek tek irdelemeye başlamıştı. Tamam, bir takım hatalar yapmıştı ama gençti o dönem... Sonunu düşünemiyordu. Kendi çerçevesinden bakıyordu olaylara ve o hayatını yaşamak istemişti sadece... Bu süreçte Esra’nın kaybı, taşıyıcı olması, Leyla ile olan dostluklarının zamansız bitmesi... Hayır hayır, “bitmesi” diyemezdi olanlara, “araya mesafe girmesi” tabirini kullanmalıydı, onun suçu değildi. Ve bu süreçte yolun sonuna gelmişti neredeyse. “İç hesaplaşmalar bir bilettir.” demişti Gaye “Sonu çok eski günlere çıkan... Sakın o günlerde kalma ve geri dön. Göreceksin bu süreç seni olgunlaştıracak ve yenilenmiş olacaksın.” Tam da bunu söylemişti gözlerinin içine baka baka ve kararlı şekilde. Toprak önce gülümsemiş, sonra başını öne eğmiş, düşünmüş ve teşekkür ederek yola çıkmıştı. Geçmişine zaman ve mekân olarak sahiplik eden bu yere dönme kararını da daha asansördeyken almıştı. Uzun bir yolculuk sonrası kasabaya ulaştığında daha girişteki mezarlığı görünce depreşmeye başlamıştı acıları ve anıları. Sokakları, evleri, ailesini ve komşularını da görünce bu süreç için çaba harcamasına gerek kalmadan başlamıştı içsel yolculuğu ve gözündeki “perde” kendiliğinden aralanmıştı... Her şeyi daha ayrıntılı ve mantıklı düşünmekle yetindi uzun süre... Kâh hüzünlendi, kâh gizli gizli ağladı, kâh gezdi dolaştı. Dün akşam o defteri karıştırırken içsel yolculuğunun tamamlanmak üzere olduğunu ve geri dönüş için hazırlıklara başlaması gerektiğini düşünüyordu. Defteri eline alıp okumaya başlayınca bir kaç gün daha uzatmaya karar verdi inziva süresini. Gitarına uzandı, lise yıllarında yaptığı bestelerinden birini anımsamıştı, çalmaya başladı, kendiliğinden döküldü şarkının sözleri: Senin içinde mart güneşi Benimkinde ay Bakma böyle olduğuma Sen hep baharda kal Sen hep baharda kal Sürgün versin dalında güller Yağsın yağmurlar Düşsün cemreler Sen hep yanımda kal Sen hep yanımda kal Bulsun kendini yüreğim Bulsun elini elim Düşsün içine gülüşler Sen hep benimle kal Sen hep benimle kal Düşsün saçlarına Kayan yıldızlar Sakın düzeltme Sen hep kalbimde kal Sen hep kalbimde kal Yarım kalmış bir besteydi bu, son notaları henüz yazılmamış, bir kenara atılmış ve unutulmuş. Yeri ve zamanı gelince de tekrar yüzeye çıkmış. “Tıpkı yaşantım gibi bestelerim de saçılmış ortalığa.” diye düşündü. Bir an önce hem onları hem de kendisini toparlamalı ve bir “simurg” misali küllerinden yeniden doğmalıydı. Beşinci bölüm sonu |