8
Yorum
10
Beğeni
0,0
Puan
978
Okunma
Tesadüfen girdiğim bir sokakta gördüm onu.
Başında neredeyse keçeleşmiş, omuzlarını aşan dalgalı suni siyah bir peruk, tepesinde kırmızı kocaman yapma bir gül ve neredeyse yerleri süpürecek uzunlukta kırmızı bir etek vardı üzerinde.
Elinde üzeri lekeli bir def ;
“Naciye… Naciye… Cilveli Naciye… Abe dale das dale, gel bana das dale” diye bir şarkı dilinde bir kadın kıvraklığında dans edip göbek atıyordu.
Garip gelmişti bana hali. Ne kadar neşeli görünse de bir hüzün olduğunu görmüştüm gözlerinde.
Onu yüzünde üzüntü ifadesi ile izleyen birine yaklaşıp sordum “Kimdir bu?” diye.
-Naci – Naci’ye, dedi. Garibanın teki. Haftada bir iki kez gelir, böyle göbek atarak neşelendirmeye çalışır milleti. Üç beş harçlık, toplar gider.
-Niye böyle iki isimli peki?
-Esas adı Naci … Naciye de ablasının adıymış.
-Ee! Niye onun adını da ilave etmiş kendine böyle? Bir şey mi olmuş ablasına?
-Olmuş ya!
Baktı ben merakla dinlemeye hazırım, anlattı Naci Naciye’nin trajik hikâyesini.
Çok güzel bir kızmış Naciye. Düğünlerde nişanlarda elinde def’i dans ederek kazanırmış ekmek parasını. Öyle kıvrak ve güzel dans edermiş ki hem de, büyülermiş adeta onu izleyenleri.
Naci de beraber gidermiş ablasının yanında. Şapkasını çıkartır izleyicilere tutarmış dansın sonunda. Daha onlu yaşlarında bir çocukmuş o zamanlar.
Bir gün aşık olmuş Naciye, Halil diye bıçkın bir delikanlının tekine. Deli divaneymiş Halil, güzeller güzeli Naciye’ye ama kıskançlıkları dayanılmaz hal almaya başlamış zamanla.
Bir gün yine dans ederken Naciye bir sokak düğününde, Halil gelip yapışmış genç kızın koluna.
“Artık dans mans yok, bu sondu” demiş. Dayanamıyorum deyyusların sana böyle iştahla bakmalarına”
“Karışırsın, karışmazsın sen bana” diye bağrışırlarken, Halil atmış elini çorabının içine, çıkartmış gizlediği bıçağı ve milletin gözü önünde, defalarca hırsla saplamış genç kıza.
Naci, yaşananları gördüğünde, donmuş kalmış olduğu yerde.
Halil ise, kanlı bıçağı pantolonuna silmiş, etrafındaki kalabalığı karşı da bıçağı tutan elini havaya kaldırıp gözdağı verir gibi havada birkaç kez sallamış.
Herkes olduğu yerde öylece kala kalmış, bir şey yapamamış.
Ardından yüzünde hiçbir pişmanlık izi taşımayan Halil, sanki bir kahramanmış gibi bir edayla, kasıla kasıla yürüyerek, doğruca karakola gidip teslim olmuş.
Naci de oradaki insanlar da ancak o gidince koşturmuş, kan gölü ortasında yatan genç kızın başına. Tir tir titriyormuş Naci, hem korkudan, hem ablasına olanlardan.
Naciye hala defini sıkı sıkı tutuyormuş bir elinde. Boşta kalan elini uzatıp tutmuş kardeşinin elini, bakmış ta gözlerinin içine kendinden geçmeden önce.
-Korktun sen Naci, o yüzden müdahale edemedin, biliyorum, diye güçlükle fısıldamış. Üzülme, kızmadım hiç ablam sana deyip, bir daha açmamak üzere kapatmış gözlerini güzeller güzeli.
Naciye o gün sonsuza giderken, beraberinde Naci’nin de aklını alıp gitmiş başından. Bir meczup oluvermiş bir anda gariban.
Kanlı defi ablasının elinden alıp, hiçbir şey olmamış gibi, ayağa kalmış ve herkesin şaşkın bakışları karşısında, başlamış “Naciye… Naciye… Cilveli Naciye … Abe dale das dale, gel bana das dale” diyerek, ablasının kaldığı yerden şarkıyı söyleyip, dans etmeye.
O gün bugündür de hep aynı şarkı dilinde, dolanırmış böyle sokakları işte.
Onun hikâyesini bilmeyenler, göbek atışlarını alkışlarmış neşeyle, bilenler ise hüzünle izlerlermiş Naci–Naciye’yi.
Bu ne ilk kadın cinayetidir yeryüzünde, ne de sonuncusu olacak belki. Neden hiç düşünmez bu vicdan yoksunu caniler, onları da dünyaya getiren bir kadın, bir ana değil mi?
*