3
Yorum
3
Beğeni
0,0
Puan
1109
Okunma
Oda numaramız; No. 506
Hastane odası.
Özelliği; badana zamanı geçmiş, tek kişilik, özel oda derlerdi eskiden. Ne özel… :))
Taş üreten - taş ocağıdır mübarek her yıl bunca taş nereden geliyorsa – böbreklerimin baş belası sancılarını, ağrı ve sızılarını kökten kesip, dindirme günü bugün olsa gerek. Düşmanımın ömrü bu kadar olsun, sevinciyle hastaneye vardım.
Randevu günümüz. Sabahın ilk saatlerinde odamıza yerleşiyorum, yanımda yine emektarım, o olmasa ne yapacağım bilmiyorum. Minnettarım…
Odanın içi sade; tek yatak, tek koltuk. Koltuk yaslanıyor, yatak gibi. Küçük bir soğutucu dolabı, çalışır durumdadır. Çekmeceleri olan bir başka komindin, sağlam. Yatağın tam karşısında gömülü lavabo, musluğu çalışır durumda, bitişiğin uzantısı kapaklı, çekmeceli gardırop duvara montelidir. Ayrıca sürgülü kapı ile açılan tuvalet, düş yeri ve ikinci bir lavabo var. Oda içinde bulunan eşyalardan başka adını yazmaya gerek duymadığım araçların bazıları yarı yamalak.
Kendiliğinden ayarlanan hasta yatağı otomatik mekanizmasının bazı düğmeleri çalışmıyor. Banyoda düş muslukları açama kapama başlıkları yok, çıkarılmış ya da birileri tarafından kırıldığı kesin. Küçük ekranlı bir televizyon yatağın tam karşı duvarına asılmışsa da gereksiz birkaç kanal var, uydu ayarları tutmuyor, görüntü bozuk. Kumandanın bazı düğmeleri çalışmıyor.
Odanın içinde, tavanda bir havalandırma boşluğu var, kapağı yarı sarkmış, düştü düşecek, içi sade toz. Ahşap kaplamaların alt boşluğunun tozları en son ne zaman alınmış kimse bilmiyor. Odaya girerken gözüme çarpan, geniş pencereyi boydan boya kaplayan beyaz tül perdenin ortası yırtılmış ve kirli.
Bir yandan hastaların sağlığı için canını dişine takan doktor ve hemşireleri canı gönülden alkışlarken, diğer yanda yarı yamalak çalışan araçların onarımı için kulak asmayan görevlilere ne diyeceğimi bilmiyorum.
Geniş, büyük pencereden ovanın uzantısını seyrediyorum. Uzak, yakın görünmeyen köylerin ortasında kavak ağaçları göğe doğru yarış içine girmişler, yemyeşil. Ova yeşil duman içinde akıyor. Her zaman hayranlıkla seyrediyorum, belki de şehri muazzamdan ayrılmamamın sebeplerinden biridir. Seviyorum…
Yeni yapılanma gelişi güzel olsa da bu yana kaymış. Kibrit kutusu gibi üst üste yığılmış binaların aralarında tek canlı nebattan eser kalmamış. Yazık…
Sabah güneşi odanın içini ısıtmış, sımsıcak.
Beşinci kattayız, hastanenin çevresi ayaklarımın altında sayılır, öyle yakın, elimi uzatsam tutacakmışım gibi yanından yöresinden gelip geçen araçları. Her şeye çok tepeden bakıyorum.
Hastaneye bitişik sayılır okul. Kızlı, oğlanlı bir lise, tabelasından yazıları seçiyorum; Alpaslan Anadolu Meslek ve Teknik lisesi. Her ne kadar eğitim açısından liselerin hiçbir değeri kalmamışsa da yine de köy çocuklarının çoğunluk teşkil ettiği bellidir. Öğrenci cıvıltıları pencereden içeri doluyor. Henüz ders saatinin başlamadığı öğrencilerin okul bahçesinde rasgele tavır ve davranışlarından fark ediyorum. Birbirlerine üstünlük kurmak için yapmadıkları - bana göre - komiklik kalmıyor. Oğlanlar kızlara karşı hünerlerini sergilercesine gösteriş peşindeler, kızlar da öyle. Eksik yanı yok oğlanlardan.
Birkaç güvercin kanatlarını hızlı hızlı çarparak pencerenin önünden geçtiler. Gölgeleri cama değdi, hemen silindi. Karşı binanın çatısına kondular. Çok katlı yüksek binanın çatısında çok kuş vardı. Onlar da ovamızdan ayrılmayı düşünmemiş olmalılar. Tüyleri siyah kargalar, minicik gövdeleriyle oradan oraya zıplayan serçeler ve nazlı görünüşleriyle doğayı kıskandıran güvercinler.
Serçeler saçaklara tutunmuşlardı, siyah kargalar iri, yüksek bacayı kapmışlardı. Güvercinler küçük pençeleriyle çatının en güzel yerlerine konmuşlardı. Yakışır…
Kuşların hepsi kendi dilleriyle cilveleşiyorlardı. Serçelerin cikciklerinden, kargaların gak gaklarından, güvercinlerin derinden gelen guruldamalarından hiçbir kuş rahatsız olmadı. Kimse kimsenin dilini kınamadı.
Sokaktan geçen bir kamyon yol istemiş olmalı, acelesi var. Bomba patlar misali korna çaldı üç kez üst üste. Çatıdaki kuşlar korktular, huzurları bozuldu, yükseğe uçtular, çok beklemeden geri kondular. İnsanlara alışamamışlar, hoş görmeli. (!!!)
Barış içinde, kimse kimseyi küçümsemeden, hor görmeden, hayvan haklarını yok saymadan, birbirlerinin alanlarına girmeden yaşamanın tadını çıkarmaya çalışıyorlar. Ne güzel!.. Onları seyrederken imrenmemek elde değil.
Ya, insanlar!.. Ta Adem’den beri, nedeni henüz keşfedilmemiş kin gütmeler, nefret etme güdüleri, bencillik, istememeler...
Serçeler küçük sıçrayışlarla küçük gagalarını tokuşturarak seviştiler. İri bir güvecinin tüyleri kabardı, kanatlarını yerden sürükleyip açtı, çok narin ve sakin duran dişi güvercinin etrafında dönerek ona kur yaptı. Dişi güvercin oralı olmadı. Diğeri bir daha, bir daha çevresinde döndü. Dişi yana sıçradı, diğeri ardında. İkisi birden mavi göğe süzüldüler, kanat çırptılar, takla attılar, binaların üzeninden dolandılar, tekrar çatıya kondular.
Bekliyorum…
Sıramı bekliyorum. Hemşireler gecikti sanıyordum, doktor ameliyathaneye gidecekmiş. Ameliyata alınacağım saati bilmiyorum, sadece yatağın üzerinde yarı uzanıp kitap okumaktan başka. Zamanı değerlendirmek.
Elimde; ünlü psikiyatri Gülseren Budyıcıoğlu’nun “Madalyonun İçi” adlı eseri var, uzandığım yerde okuyorum. İlk hikayeyi okudum, ikincisini de. Hikayeler ilgi çekici, insan hikayeleri. Hikaye kahramanları psikolojik rahatsızlıkları olan insanlardır. Okudukça anladım ki, açık yarayı temizlemek kolaymış meğer lakin ruh hastalıkları tedavi etmek çok zor, sabır ve uğraş istermiş.
Hikayenin birinde denk geldim; Rus yazar Dostoyevski’nin Suç ve Ceza adlı eserini seneler önce okumuştum. Hatırımda kalan, kitabın ana temasını örnek göstermiş.
" Romanın kahramanı Raskolnikov tefecilik yapan bir kadını toplumu kurtarmak için öldürüyor. Geride hiçbir iz bırakmaz. Bir zaman sonra vicdanıyla hesaplaşmaya başlar. Vicdanı onu rahat bırakmaz ve sonunda gidip suçunu itiraf eder, adalete teslim olur. Huzuru ve mutluluğu Sibirya’da cezasını çekmekte bulur. "
Çok ilginç; günümüzde vicdanını rahatlatmak için kaç kişi Raskolnikov ’un büyük erdemini gösterebilir?
Nihayet doktorum geldi. Uz. Dr. Erdem Zengin Bey. Hastalarıyla alakalı, sevecen, yardım sever. Bayan hemşire de öyle. Adının Beyza olduğunu öğrendim. Bir de erkek hemşire vardı yanlarında, Miraç Bey, Zonguldaklı olduğunu söylüyor. Görevine bağlılığı ve çalışkanlığı hal ve hareketlerinden belli. Bir kültür tahlilim varmış, çıktıktan sonra beni alçaklarmış.
Haydi hayırlısıyla…
Ve… Ameliyat ünlüğünü giydirdiler. Beyaz bir kefenden farkı yok.
Tekerlekli sandalye üzerinde virajlı koridorları geçtik, asansörle katın birine indik. Tekrar virajlı ve uzun bir koridorun sonunda üzerinde büyük kırmızı harflerle “AMELİYATHANE” yazılı kapıdan girdik. Klima soğuğundan çok farklı bir soğukluk duvarlarına, koridorlarına ve bölümde görevli herkesin yüzüne sinmiş.
Bir garipsenme duydum, korku ve endişe karışık bir yalnızlık gibi. Sedye ile giriş yaparken görevliler el değiştirdiler, ameliyat odasının ön kapısında bir müddet bekletileceğini söylediler. İçerde bir hasta varmış. Sedyenin üzerinde yarı uzanıp sıramızı beklerken hiç de göze hoş gelmeyen görüntülerle karşılaştım.
Salonun giriş kapısının arkasına konulmuş büyükçe bir çöp kutusu duruyor. İçi ağzına kadar dolu, almayınca çöpler çevresine saçılmış. Acilen kaldırılması gerekir, bu pandemi dönemimde, hem de ameliyathane içinde!.. Neuzibillah, düşünmek bile istemiyorum… Hastalıklara davetiye. Karşı duvarın dibine rasgele, üst üste yığılmış çöpe gidecek kartonlar boş duruyor. Malzeme kartonları. Baş tarafıma yakın, sol yanımda kanlı, kirli yeşil renkleri kaybolmuş, ameliyattan çıkanların çarşafları alınması bekliyor. Bu kadar düzensiz çalışan personel görmedim.
Erkek ve kadın hemşireler doktorun talimatlarını harfiyen yerine getiriyorlar. Başta doktorum olmak üzere hepsi de layıkıyla görevini yapma çabasındadırlar.
Asıl kızdığım ortalıkta başıboş dolaşan birçok personel, meydan kabadayıları gibi, yaptıkları işler belli değil, anlamadım, sinir oldum hal ve gidişlerine. Eminim ki, daha düne kadar birçoğunuz rüşvet vererek işe girmişsiniz… Rüşvet dönemi kapanmıştır denilse de (!!!)
Yaşı otuzlara varmış gençten biri:
“Bu gün maç yapalım, çoktandır oynamadım. “ Ta… koridor başından sesini duyurmaya çalıştı, gevrek gevrek konuşan arkadaşlarına. İlkin cevap veren olmadı. Göz ucuyla onlara baktım, aralarında takım kurmaya başlamışlar, yüksek sesle bağırmaları dışarı taşıyordu. Yanımdan geçtiler, yüzlerine ters ters baktım. Bir daha geçtiler, dayanamadım.
“Ameliyattan çıktıktan sonra akşam yapacağınız maçta beni de takımınıza alır mısınız, oynamak istiyorum hem de eski amatör futbolcuyum.” Ameliyat ünlüğü içindeki halime, ilerlemiş yaşıma baktılar. Hepsi birden yüzlerini ekşittiler, kimisi kara gür kaşlarını çattı, onlar da bana ters ters baktılar. Ne deyim…
Ameliyatın ilk gecesinde hasta yatağımda bir yanda acılarla boğuşurken bir de akıl almaz bir kanama geçirdim. Herkes tedirgin oldu, ben acılar içinde kıvrandım. Gece yarısından evvel doktor geldi, uzun uğraşlar sonunda gerekli işlemleri yaptılar. Eski neşem kalmamıştı, acılarım her gün daha da artıyordu.
Odamızın pencere tarafından kaldığım beş gün boyunca aralıklarla ağlama sesleri duydum, meğer morg varmış. İlkin yadırgadım yoksa şaşırmak mı desem! Ağlama sesleri camlara çarpıp geri dönüyor, ağıtlar yükseliyordu. Tarih boyunca acıların ardından ağıtlar yakılmıştır şüphesiz, ama öylesi var ki yürek yakan. Bir sabah, bir annenin feryadı acık pencereden odamızı hüzne boğdu, uyandım. Yukarıdan bakınca örtüsü başından kaymış bir ana dizlerini dövüyordu. Bu topraklarda ak leçekli anaların ağıtları hiç dinmedi.
Üroloji uzmanı Dr. Erdem Zengin Bey servis bölümünde güzel bir ekip kurmuş, hepsi de pırıl pırıl çocuklar. Gözlerinde sevgi parlıyor, yüzlerinde gülümseme eksik olmadı.
Hastanede kaldığım beş gün içinde gece gündüz her saat acılarımı dindirmeye çalışan başta doktorum Erdem Beye; Hemşireler Miraç Bey, Beyza Hanım, Gamze Hanım, Pınar Hanım ve temizlik görevlisi Çiğdem Hanıma müteşekkirim. Ayrıca; beni yalnız bırakmayan ameliyathane hemşiresi Filiz Hanıma da çok çok teşekkür ederim.
15 EKİM 2021
Mehmet AKIN