8
Yorum
7
Beğeni
0,0
Puan
926
Okunma


Yaşamın içerisinde değişen düzeylerde önemsediğimiz ya da hiç önem vermediğimiz hususlar yok mudur? Katsayılar konuya, insana, topluluklara, kültürlere, toplumlara göre farklılık arz edebilir de. Değer yargılarımız farklı şekillenmekte çünkü.
Bu bizi hakkaniyetten uzak kılmakta kimi zaman. Sıkça mı yoksa? Bunun da katsayısı insandan insana ya da sosyokültürel eğilimlere, entelektüel seviyeye göre değişebilir. “İnsan bilmediğinin düşmanıdır” sözü de meşhurdur. Bu sözün özünde saklı olan gerçeklik bizi dış dünya karşısında bir savunma mekanizması misali koruyabilir de. Yaşam karşısında kendimiz olmamızı tesis ettiği gibi, toplumsal alanın dışına çıkmamızı, beraberinde ise bir takım ruhsal sapmalara maruz kalmamızı engelleyebilir de.
Şu kadar ki, tam tersi bir pozisyonda kendi dışımızdaki insanları, toplumsallığı, olayları objektif değerlendirmemizi, empati kurmamızı güçleştirir ve zedelemez mi?
Sözgelimi kendimiz için değerli olanın yüzeysel değerlendirilmesinden rahatsızlık duyarız da, başkaları için aynı hassasiyeti göstermeyiz kimi zaman. Saygı beklediğimiz kadar saygı duyar mıyız? Doğru anlaşılmak istediğimiz ya da yanlış anlaşılmaktan yakındığımız ölçüde farklı olana aynı pencereden bakar mıyız? Bir sürü de bahanemiz vardır, değil mi? Biz hakkı temsil ederken, başkaları haksızlığı öyle mi? Zırh gibi kuşandığımız alışkanlıklarımızdan soyutlanacak kadar taassuba gömülürüz de, bir nebze olsun acaba mı demeyiz. Önceliklerimiz önceliklidir elbette. Doğaldır da bir bakıma. Önce can sonra canan sözünün hükmüdür bir yönden de, başkalarının benzer beklentileri peki?
Hele ki, farklı, aykırı yahut zıt olanın aleyhine zan uyanmakta ise adalet/hakkaniyet bağlamında nasıl bir çizgiye oturur acaba? Geleneksel hüsnü/suizan tabirleri dikkat çekicidir mesela. “Su-i misal emsal teşkil etmez” sözü de akla gelebilir. Kötü misal misal olmaz bağlamında hani. Daha önceki olumsuzlukları bahane ederek kötüye meyletmek kalbi kararttığı, insanı ruhi ekşimeye sevk ettiği gibi olumsuzlukların sürgit devamına neden olmaz mı? Siyasi hadiseler etrafında etki/tepki, ifrat/tefrit mekanizmasının işlemesi de böyle değil midir hep? Yakın ya da uzak tarihin köklü iç ve dış siyasi, iktisadi münasebetlere dayanan türlü olaylarının olumsuz bir iklimde sosyal psikolojiye yaptığı basınç ve tazyikler hatırlanabilir.
Yine suizan/hüsnü zan kavramlarının değerlendirilmesinde özellikle yakın tarihten kaynaklanan negatif his ve fikirlerin saf bir inanç, gelenek bağını sergilemesi mümkün mü acaba? Deniyor ki örneğin, Müslüman Müslümana hüsnü zan etmeli de kâfire suizanda bulunmalı. Bu kuşkusuz teorik bir parantez olarak anlamsız değil. Yeryüzünde zalimler ve kâfirlere buğzetmek dini tasavvurun tatbikatı icabı değil midir? Elbette. Ancak sormak gerekmez mi? Ne bu kapsamdadır, ne ise değil?
Hani derim ki, emperyalist, kapitalist, Siyonist, mason, komünist, materyalist düşünsel, siyasal, ekonomik güç odaklarını zalimler ve kâfirler olarak alırken; bireysel insan varlığı ve hürriyeti kapsamına bağlamıyorsak sözü eyvallah.
İşte tam da bu noktada, şunu sormakta gerekmez mi? İnançlılığı ve inançsızlığı doğuran şartlar, manevi iklim nasıl tesis olmakta? Kim mümin ya da kâfir hatta münafık? Özellikle münafık yapısı gereği şeytani bir kurnazlık ikliminde şekillenmez mi? Kolayca ayırt edilen bir insan hali mi ki münafık, müminden kâfirden somutta eminiz?
Hz. Peygamberin yüzü suyu hürmetine Uhud’da ona münafıkların gösterildiği gibi sana bana da görünüyor mu be gafil insan denmez de ne denir?
Şöyle ki, kâfiri pirincin içindeki siyah taş, münafığı ise beyaz taşa benzeten söylem ne kadar da gerçekçidir halbuki. Kıssadan hisse, o beyaz taş dişini kırdığında anlarsın ancak gerçekliği.
Ülkemizde siyasi dönemlerin meydana getirdiği gelgitlerin, çalkantıların da tesiriyle o kadar kolay nefret, kin, husumet serpilip boy vermekte, vermiştir de. Bir de bunu zahire göre hükme bağlayıp, heyecan ve hamaset dozu yüksek nutuklar irat edeceğiz öyle mi? İnsan şaşar böylesine. Sonuçları da hüsrandır çok defa.
Nihayet, yaşadıkça kaç defa fikrimiz değişmez mi? Unutmamalı ki, ancak ölüler nettir. Yaşayanlar brüttür, efendiler! Gelecekte insanlar, olaylar hakkında fikrinin değişmeyeceğinin garantisi var mı? Mezarlıklar son sözünü söylemiş insan dolu. Oysa hayatta olan insan yanılmadığını, ilerde fikir ve intibalarının değişmeyeceğini nasıl garanti eder?
İster dini kavramların lafzi hallerini somut insan varlığına birebir giydirin, ister siyasi görüşler üzerinden insanları dalalette yahut hıyanette görün, bu algılamamızda yanılmadığımızın hiçbir garantisi bulunmamakta.
Görünen o ki, kavramlar ve olgular üzerinden yaşamı, dünyayı, toplumu, insanlığı ölçmekten öte bir köy görünmemekte bizlere.
L.T.