1
Yorum
7
Beğeni
0,0
Puan
1107
Okunma


Donmuştum, düşüncelerim, cümlelerim donmuştu, olduğum yerde duruyordum gri bir kıyıda ve duyuyordum geçip gidenlerin seslerini. Boğuk ve anlamsız sesler çıkarıyorlardı. Hangi dili konuştuklarını, neyden bahsettiklerini bilmiyordum. Yoktum aralarında. Yoktum. Hiç olmayacaktım. Anlamıştım, korkunç bir anlamaktı bu: Dünya, yaşam ve zaman bize yetmeyecek.
İlerledim. Ruhumu az ileriye taşıdım. Birkaç adım öteden durup kendime baktım; kaygı ve kederi düşünceye dönüştürerek kurtulmaya çalışan bir adam gördüm kendimde. Zaman denen o sonsuz kumaş parçasını yıkamaya çalışıyordu. Elden kayıp gidiyordu kumaş. Bir taraf temizlenirken diğer taraf yeniden kirleniyordu. Asla tam olarak temizlenmiyordu zaman.
Zaman asla tam olarak temizlenmeyecekti.
Zaman, kahkahalar atan o şımarık tanrı…
Dünyadaki en hakiki yoldaş olan ıstırabın sesi geliyordu uzaktan ve gittikçe yaklaşarak… Kulaklarımı susturdum. Suyun yaşama sevincini hatırlatan büyülü sesine doğru yürüdüm. Böyle anlarda susmak ekonomik olarak masrafsız, yürümek ise siyasi görüştür. Eski bir çeşmeden boşluk akıyordu. Boşluk; tehlikenin idmanıdır. Oturdum, dinledim. İdman oldukça yorucuydu.
Tıka basa gerçeklikle doluydu yer gök.
Ortalıkta hiç hayal yoktu. Hiç.
Sonra gördüm ki kendimi yaşamaktan çok uzaklaşmışım. Bu beden, bu burkulmuş sahne ve bu çarpılmış hisler kime ait? Özgür müydüm? Özgür değildim, özgür olamayacağım. Çünkü özgürlük olanaksızdır. Her şey; acemi kelimelerin sıra dışı akınıydı. Bu dur durak bilmeyen akının ortasında “anlam”ı aradı gözlerim. Anlam, kıvrılmış uzanıyordu kapının önünde, sessizce.
Anlam; kronik uykucu...
Kurşuna dizilme ustası...
Gece, pazarı pazartesiye içsel bir tünelle bağlamıştı böylece. Güneşin ilk ışıklarıyla sona eriyordu sancı. Yeniden diğerlerinin arasına karışmak… Diğerlerinin… Sahtenin baş tacı edildiği… Gürültünün kusursuz mutluluğu mesaisine başlamıştı; zihni yoran korna sesleri, egzoz dumanı, kuşların yerini alan ve insanların içine kapatıldığı pahalı-çirkin binalar, plastik ağaçlar, öyküsüz kaldırımlar, ele geçirilmiş insanın tasarlanmış trajedisi… Varoluşu kuru bir yaprak gibi sığınak görevi gören bir kitabın arasında bırakıp çıkıyorum öpüşünce dudakların öldüğü yeni-dünya düzenine. Doğumundan ölümüne kadar insanların açlık, yoksulluk, gelecek ve güvenlik kaygısı duyduğu bir ülkede yaşamak çıkıyor karşıma, palyaço gibi. Orada mutsuzluk; kardeşimizdir.
Ah ne kötü bir şaka,
mutsuzluğun kardeşliği.
Sonra pas rengi bu kenti yüzüme sürüp henüz bozuluşa uğramamış yüksek bir tepede düş hakkımı kullanmaya gidiyorum. Düş hakkı; hislerin maskesizliği ile bipolar bozukluk arasındaki incecik çizgidir. Herkesin birbirine benzemek için çırpındığı ölü ışıklar bulvarında; bu korkunç sirke, yaşamın anlamsızlığına ve sonu gelmeyen baskılarına direnebilmek için, o ince çizgide, düşe yeni katılmış papatya kokulu bir duyguyu yukarı taşıyorum. Bunu her gün yapıyorum. Sonraki gün aşağıya düşürüldüğünü gördüğüm o duyguyu, her gün tekrar, o huzurlu yüksek tepeye taşıyorum içimde, Sisifos’un kayası gibi.