22
Yorum
8
Beğeni
0,0
Puan
1825
Okunma


Okula gitmek için evden çıktığım o sabah hayatımın ters yüz olacağını bana söyleselerdi, inanmazdım.
…………………………………………..
Bir evin bir kızıyım ve üzerimde dünya duruyor sanki. Annemle babam istediklerimi yerine getirmek için gözümün içine bakarlar.
Gençlik dergileri alıyorum, popüler sanatçıları izlemeye çalışıyorum. Onların yerine koyuyorum hayalimde kendimi, mutlu oluyorum. Göze çarpan bir güzelliğim olduğunu söylüyorlar, ben de bunun için çaba gösteriyorum doğrusu…
Simsiyah ve uzun saçlarımı her akşam lüle olacak şekilde sarıyorum. Yıllardır böyle olduğu için bunu benim saçımın doğal hali zannedenler bile var!..
Büyük bir işletmede üst düzeyde bir görevi var babamın. Annem de ilin köklü bir ailesinden geliyor, gerçek bir hanımefendi. Onların çocukları olduğum için kendimi çok şanslı hissediyorum. Sevgi – saygı – ilgi sarmalıyla kurulmuş çok mutlu bir ailem var. Çok şanslıyım.
Apartmanımızın çıkışı, askeri bir alanın tel örgüsüne bakıyor. Sadece malzeme deposu olarak kullanılan bir yermiş. Köşelerde de nöbetçi kulübeleri var. Bazı sabahlar gördüğüm bir asker, bana çok dikkatli bakıyor. Beğenir gibi, gülümser gibi… Benim de çok hoşuma gidiyor doğrusu.
Evden çıktığım her sabah, kulübenin olduğu yere bakıyorum artık, o var mı diye. Sadece bakışıyoruz ve birbirimize gülümsüyoruz.. o kadar!.. Çok yakışıklı!.. İri yarı, esmer ve yeşil gözlü…
Artık gençlik dergilerine bakarken kurduğum hayallerde o da var. Hiç tanımıyorum ama sanki kendime çok yakın hissediyorum.
O sabah evden çıkarken yine göz göze geldik, gülümsedik. Ben otobüse yetişmek için aceleyle durağa giderken arkamdan “Şşşşt, güzel kııız!” diye bir ses duydum. Döndüm. Kalbim duracak zannettim.
Tel örgülere parmaklarını sokmuş, beni bekliyordu. Şartlanmış gibi gittim.
- Güzel kız, adını bile bilmiyorum ama seni çok beğeniyorum.
Ne diyeceğimi bilemeden başımı önüme eğdim, hafifçe salladım ve sadece gülümsedim. “Ben de” bile diyemedim.
- Bugün benim son günüm. Nöbetten sonra askerliğim bitiyor, memleketime gidiyorum!..
Başımdan aşağıya kaynar su dökülmüş gibi oldu, inanmayan gözlerle ona bakıyordum.
- Ben ağa çocuğuyum, memlekette işimiz büyük. Gidersem bir daha gelemem. Benimle gelir misin?
Önemli kararlar böyle kısacık anlarda mı verilir acaba, hiç bilmiyorum. Panikledim. Onu bir daha göremeyeceğimi düşündüğümde içimde bir acı hissettim.
Başımı kaldırdığımda nemlenmiş gözleriyle ve benzer acıyı yaşıyormuş gibi bana baktığını gördüm. Gözleriyle seviyordu sanki beni. O anda bana o kadar yakındı ki… Hiçbir yabancılık hissetmeden:
- Evet… dedim, belli belirsiz çıkan sesimle…
……………………………………………
Aygül, devamsızlık yapan bir öğrenci değildi, üstelik o gün çok önemli sınavları da vardı ama okula gelmedi. Öğretmenleri ve arkadaşları onun sorumluluk duygusunu bildikleri için rahatsız olduğunu düşündüler. Lise son sınıf öğrencisiydi, süper lisede okuyordu ve başarıda ilk üçün içinde yeri değişiyordu.
Çok aktif, çok yönlü bir öğrenciydi. Okulun etkinliklerinde piyano çalar, okulun orkestrasında solistlik yapar, bale eğitimi aldığı için dans gösterilerine katılırdı. Başarılı bir öğrencilikle beraber sosyal yönünü beraber götürebiliyordu.
Akşam üzeri idarecilerden birine evindeyken annesinden telefon geldi:
- Aygül, henüz gelmedi, okulda bir çalışması mı var?
İdareci bir an afalladı ama saklayamadı:
- Aygül bugün okula hiç gelmedi, biz de onun rahatsızlandığını zannettik, dedi.
……………………………………………
Aylarca kimse Aygül’ün nerede olduğunu bilemedi. Tüm okul, onu konuşuyordu ama kimse tahmin yürütemiyordu. Hiçbir yakınıyla ve arkadaşıyla bu ‘gizli sevdasını’ paylaşmamıştı, kimse sırrın bilmiyordu.
Ailesi çıldırmış gibi tanıdığını düşündükleri herkese onu soruyor, bir ipucu yakalamaya çalışıyorlardı. Sadece bir komşu teyze o sabah onun tel örgüden bir askerle konuştuğunu görmüştü.
Askeriyenin yetkililerine gidip durumu anlattılar, askerlerin fotoğraflarından o saatte nöbetçi olan genci tespit ettiler. Evraklarda ilkokul mezunu ve evli olduğu yazıyordu!..
……………………………………………
O gün delikanlının peşine takılıp uzak coğrafyalardaki memleketine gitmişlerdi. Ağaçlar seyrelmiş, toprak damlı basık evler çoğalmıştı. Sıvasız bir eve yöneldiklerinde onları ‘baba’ diye koşuşan küçük çocuklar ve lehçek örtülü utangaç, genç kadınlar karşılamıştı.
Sevdiği delikanlı evliydi. Hem de kumalı!..
Mıhlanmış gibi kaldı olduğu yerde… Şaşkın gözlerle bakıyor, gördüklerini anlamaya çalışıyordu.
Şeyhmus, çok doğal bir ifadeyle dönmüş ve çocuklarına onu tanıtmıştı. “ Cici anneniz!..” Kadınlar, orada yokmuş gibi davranıyor, onlara doğru bakmıyor, onlarla konuşmuyordu bile. Genç kız, bir an geleceğini gördü ve içi acıdı.
Delikanlı elinden tuttu ve kapının kirişine çarpmamak için eğilerek basık tavanlı, loş odalı eve girdiler. İçerde ağır bir yağ ve ekşi ter kokusunun sindiği yerlerdeki büyük minderler ve duvara dayalı sedir yastıkları vardı sadece.
Yeri belli olan adam, başköşeye geçerek bağdaş kurdu ve elini yere vurarak geç kızı yanına çağırdı. İnanamayan gözlerle hâlâ ona bakan kız, Şeyhmus’un gözlerinde anlamını çözemediği bir gurur ve zafer ışıltısı gördü. Hata yaptığını o an anladı!..
Evdeki kadınlar onların konuştuklarını anlamıyorlardı, çocukları da dışarı göndermişti babası. Aygül, yaşadığı hayal kırıklığını dile getirip pişmanlık duygusuyla gitmek istediğini söyledi. Galiba sesini de biraz yükseltti!
O güne kadar kendisini bakışıyla seven gözlerde bir anda şimşek çaktığını gördü. Yerinden doğrulan adam, kolundan tutup onu hızla yanına çekti ve:
- Otur, oturduğun yerde. Erinin yanından gitmek ne demek!.. dedi.
Aygül, sessizce oturdu ve ağlamaya başladı. Yolculuk sırasında aradaki farkları görmüştü ama sanki basireti bağlanmıştı. Anlaşılan şimdi artık çok geçti!..
…………………………………………..
Altı ay sonra annesinin telefonu çaldığında ağlayan bir sesle konuşan Aygül vardı hattın öbür ucunda. Annesinden özür diliyordu. Kendisini affetmelerini istiyordu.
Annesi donup kalmış, gözünden sakınarak büyüttüğü evladının yaşadıklarını dinlerken duyduklarına inanamayan bir beden diliyle ‘yok, olmaz!...’ der gibi arada bir başını sallıyordu. Evhamlı bir anne bile bu kadar olumsuzluğu üst üste kurgulayamazdı ama gerçekti!... Dünyalar güzeli kızı ülkenin bir ucunda, yokluk içinde, sefil bir yaşamı yeni bir dil ve yaşam şekli öğrenerek götürmeye çalışıyordu!
Bu, ne büyük bir sınavdı!..
Aygül, asıl haberi sona bırakmıştı. Şeyhmus, gündelik inşaatlarda yevmiyeyle çalışan biriydi ve üstelik doğacak çocuğunun babasıydı. Aygül altı aylık hamileydi!..
- Affedin bizi anne n’olur!.. oraya gelelim!.. diyordu.
Aile, her haliyle kabul etti Aygül’ü. Apartmandaki dairelerini satıp iki katlı, bahçeli bir ev aldılar. Üst katı onlara dayayıp döşediler. Şeyhmus, Aygül’ü elinden tuttuğu gibi zafer kazanmış komutan edasıyla geldi, eve yerleşti. Tüm ihtiyaçları baba karşılıyordu, damat – tabiri caizse – oturduğu yerden bile kalkmıyordu. . Özel hastanede doğum da yaptırdılar.
Bebeğin kimliğine anne adı olarak büyük kumanın adı yazıldı, resmi nikah ondaydı çünkü. Üstelik bu yıl doğan üçüncü kardeşti aynı annenin üzerine kaydedilen!.. O coğrafyada yaşayanların kaderiydi bu.
……………………………………………
Aygül, o sabah böyle bir karar vermeseydi, birkaç ay sonra liseden mezun olacak ve o yüksek başarısıyla muhtemelen ülkenin en bilinen üniversitelerinden birinde iyi bir bölümde okuyup önemli bir meslek sahibi olacaktı. Birçok yönden uygunluğu olan bir evlilik yapacak, yine muhtemelen çok sevecen bir eş ve anne olacaktı…
Bir genç kızda her şey bu kadar çok olur mu?... Aygül’de hepsi çoktu, imrenilecek bir genç kızdı!..
Aygül, zirvede oluşmuş bir kartopu gibiydi. Bir sarsıntıyla orada yaşadığı günler bitmiş, önüne kattığını sürükleyen çığ gibi hızla aşağıya sürüklenirken bulmuştu sanki kendini.
Böyle bir kararı nasıl ve neden vermişti?... Hiçbir cevabı yoktu!..
…………………………………………..
Üzerinden tam yirmi iki yıl geçti… Şimdi mi?...
Sizce?....
27.03.2020 Serap IRKÖRÜCÜ
NOT : Anı / Öykümü Günün Yazısı olarak taltif eden Seçici Kurul üyelerine, paylaşımımı okuyan, yorum yaparak değerlendiren sayfa arkadaşlarıma çok teşekkür ederim.
Sevgilerimle... Saygılarımla.