1
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
431
Okunma
Bir okyanusun ortasında olduğunuzu düşünün. Yalnız. İki kürek, bir sandal, bir de siz. Siz derken sen yani. Saygımdan dolayı sizsiniz. Gökyüzü de kapalı. Gece. Yağmur öncesi gibi. Yıldızlar yok. Yıldızlar olmadığı gibi siz de pusula da yok. Nereye gitmelisiniz? Ne yöne doğru kürek çekmelisiniz? Bu sorulara ’neye kıyasla’ cevap vereceksiniz? Kuzey neresi? Güney neresi? Hadi böylesi detayları boşverelim. En yakın kara ne tarafta? Hepsi meçhulünüz.
Çerçeveden yoksunluğunuz varlığınızı mekansızlaştırıyor. Evet. Zahirde işgal ettiğiniz bir yer var. Bir yerde olduğunuz kesin. Varsınız ki bir yerdesiniz. Bir yerdesiniz ki varsınız. Fakat neredeliğinizin belirsizliği varlığınızı da belirsizleştiriyor. Güvenilmez kılıyor. Böyle sürgit bir yalnızlıkta delirmek işten değil. Çünkü insan kenarlarını yitirdiğinde içine çöker.
Bundan daha dehşetlisini uzayda tasavvur edelim. Kendimizi uzak bir galaksinin mekik uçmaz astronot geçmez bir köşesine atalım. Aşağı neresi? Yukarı neresi? Uçuyor muyuz? Düşüyor muyuz? Boşluktaki hareketimiz ne yöne doğru? Gidiyor muyuz? Geliyor muyuz? Varmayı dilediğimiz bir yer olmadığında gitmekle gelmek arasında da bir fark kalmıyor. Bütün bu tasavvurların kulağımıza fısıldadığı ise şu: İnsanın varlığı yalnız başına değildir.
Hermann Hesse Bozkır Kurdunun Düş Yolculukları’nda ’geleneksiz bir maneviyatın tatmin edici olamayacağını’ söyler. Bunu ben biraz da yukarıdaki kurgularla ilişkilendiririm. Maneviyatın gücü eğer doğruların yanında olmakla gelen birşeyse, ki ben hep böyle görüyorum, o halde yalnızken bu gücün sahibi olmak mümkün değildir. Mesleği ’dalalet’ olanlar dahi tarihin dip-bucak köşelerinde kendilerine yaslanacakları selefler ararlar. Öncülü olmayanın neredeliğini tayini güçtür. Modern hiçbir ideoloji bu anlamda dine galip gelemez. Çünkü dinler, hele ki dinlerin hakikisi olan İslam, özünü Ezel’e götüren bir geleneğe bağlar.
Bakara sûresinde münafıkların halet-i ruhiyesinin tasvir edildiği ayetlerde de yukarıdaki kurgularıma benzer misallendirmeler var. Örneğin: Fırtınalı bir gecede yön bilmez bir yolcunun çaresizliğine benzetiliyor onların hali. (Allahu’l-a’lem kaydıyla söyleyelim.) Acaba bir parça yukarıdaki psikolojiye bağlamak mümkün olmaz mı? İman-küfür arasında kalmak ’geleneksiz kalmak’ aslında. Evrendeki konumunu belirgin kılan işaret taşlarından mahrum kalmak. Varlığının mekansızlaşmasına engel olan aidiyetten yoksun kalmak. Bu yoksunluk münafıkta kaçınılmaz. Çünkü putperestlerin sahte kurgusunu da sahiplenemiyor. Ne tam bir müslüman ne tam bir gayrimüslim. Arada kalmışlığı aynı zamanda geleneksizliği.
Düşmekle uçmak arasındaki fark nedir? Bence düşmekle uçmak arasındaki fark kalkmak ve inmek istediğiniz yerlerdeki belirginlikle ortaya çıkıyor. Düşerken kopmak istemediğiniz bir yerden kopar ve varmak istemediğiniz bir yere varırsınız. Ayağınızın altına doğrudur bu gidiş. Uçmak böyle değildir. Uçmak ayrılmak istediğiniz bir yerden varmak istediğiniz bir yere doğru olur. Yolculuğun hem yükselişleri hem de inişleri vardır. Ama öncesinde çerçevesi vardır. Yönleri vardır. Önü-arkası vardır. Aşağısı-yukarısı vardır. Bu tür bir çerçeve yoksunluğuna uğrayanlar düşmelerini uçmak sanabilirler. Hem sanmışlardır.
İnsanın kanatları yok mu? Elbette var. Yorum yeteneği bence tam da böyle kanatlardır. Uçmaya yeter. İnsanın aklı bu kanatlar sayesinde güzel kanaatlere varalabilir. Marifetinde mesafeler alabilir. Ancak yorumu tahdit edecek bir çerçeveye/usûle sahip olmadığınızda siz de boşluğun cihetsizlik tehlikesine düşebilirsiniz. Duracağınız yerleri bilemediğinizde yorgunluktan ciğerleriniz çatlar. Yükselişinize bir sınır çizemediğinizde oksijensiz kalacağınız yerlere kadar çıkarsınız. Varacağınız yeri kestiremediğinizde, daha doğrusu ötesine geçmeyeceğiniz yeri tayin edemediğinizde, varılması hiç arzulanmayacak menzillere varabilirsiniz. Hepsi mümkündür bunların. Hepsi başa gelebilir tehlikelerdir.
Bu kadar gevezeliği neden yaptığıma geleyim: Bazen ehl-i sünnet ve’l-cemaat aidiyetini çok da önemsemeyen gençlere rastlıyorum. Hatta her türden fikirsel aidiyeti bir tür ’ayakbağı’ olarak görüyorlar. Zekiler de. Birşey dediğimiz yok. Maşaallah. Lakin sıkıntı şurada: Salt zekaya yaslanan bir yorumlamanın her şekilde güvenli mesafeler aldıracağını sanıyorlar. Hatta "Ayakları ne kadar yerden kesikse o kadar başarılıdır!" gibi bir noktaya varıyorlar. Özellikle maneviyatla ilgili meselelerde. Çıkarımlarının hiçbir endişesi yok.
Sanırım post-modern dönemin bir getirisi bu. Post-modern dönem, modernizmin belirginliklerindeki yanlışları da gördü ya, üzüldü, belirsizlikte güç arıyor. Yanlış bir özgüven. Tek bir noktadan geçen sayısız doğrunun insanı daha fazla hakikat sahibi yapacağına inanamıyorum ben. Çünkü her doğru doğru değildir. Doğruluğumuzu kıyaslayarak teyit edebileceğimiz başka noktalarımız da olmalı. Bir asla tutunmalıyız. Daha fazla nokta sahibi olmak bizi güzergâh sahibi yapar. Güzergâhımızı kaybettiğimizde yolumuzu da kaybederiz.
Evet. Uçmakla düşmek arasında bazı nüanslar var. Gözetilmediğinde düşmeyi uçmak sandıracak nüanslar. Bence çerçeveye sahip olmak Allah’ın akla bağışladığı en büyük nimettir. Tıpkı göçerlik fıtratının kuşa kanatlarıyla birlikte bağışlanması gibi. Uçurumdan atlamayı akledebilecek bir insanın uçamayacağını da bilmesi lazım. Şu nimet ancak onunla tamam olur. Aklın da ancak beraberliğiyle tamamlanacağı şeyler var. Bunca düşüşten, yaradan, tecrübeden sonra en azından şunu kabul edebilmeliyiz: Akıl tam değildir.