- 263 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Muhtacın ikramı olmaz
Düşmenin korkusu olmasa insan neye dikkat eder? Birşeylere şöyle-böyle şahit oluyorsak, farkında oluyorsak, kıymetini biliyorsak hep yitirmek korkusundan. Ölüm hayatın bereketi. Anların ölümü zamanın bereketi. Vaktimiz bile anlara bölünmüş. Yani anlar zamanın en küçük yapıtaşı olmuş. Fakat şu bölünüş bir çeşit bereket de kılınmış. Böylece onu kesintili yaşayabiliyoruz. Bütünde göreceklerimizin nümunesini parçalarda tadabiliyoruz. Bir pastayı bir dilimde öğrenebiliyoruz. Elhamdülillah.
Lezzeti için bütün bir pastayı yememiz gerekseydi ne zahmetler çekerdik. Ancak sonu geldiğinde sonunu/sonlanabilirliğini öğrenseydik zamanın değerini bilme fırsatımız hiç olmazdı. Anlara bölünebilirliği sayesinde parçaların fenasını sezebiliyoruz. Bir anın bitişi sonrakinin bitebileceğini de çağrıştırıyor. Sonrakinin bitişi ise bütünün bitişini. Değerini bilmek diye birşey var. Çünkü zaman anbean akıyor. Kumarın kaybettirdiğini görüyorsun. Çünkü bütün altınlarını tek seferde oynamıyorsun. Tekrar be tekrar kaybediyorsun. Bu durum, istifade edersen, istediğin yerde masadan kalkmanı mümkün kılıyor.
İnsanın kainatın bir misal-i musağğarı kılınışı, yani onun bir özeti oluşu, aslında ona birkaç açıdan bağışlanmış bir nimet. Kendine bakarak büyük âleme dair birçok şeyi sezinleyebilir. Kendindeki oluşlardan evrene dair birçok çıkarım yapabilir. Ancak bunu yapabilmesi için özetliğinin içinde yine de bir parça olduğunu unutmaması lazım. Parça ne kadar aşkın olursa olsun bütünden fazlası olamaz. Özet eğer parça olduğu şuurunu yitirirse bütünden ayrı bütün saymaya başlar kendisini. Özet olmanın da riski budur. Bütünle arasındaki benzerlik, onu, bütünden ayrı bir bütün olduğu konusunda kandırır. Halbuki asıl bütün ’kendisi olmak için dışında bir parçaya ihtiyaç duymayan’dır. İnsan, bırakınız gökten nefesinin çekilmesini, ayağının altından halısı çekilse sarsılır. Bu muhtaçlıkla bütünlük davası elbette gayet safsata olur.
Bir özetin kendisini bütün saymaya/sanrılamaya başladığını en çok şuradan anlarım ben arkadaşım: İhtiyaçlarını ikramı gibi görmeye başlar. Daha doğrusu bağışı gibi. Mesela: Yazmak aslında onun ihtiyacıdır. Yazabilir kılınmakla kendisine bağışta bulunulmuştur. Lezzetini tatmıştır. Ücretini almıştır. Kemalatını yaşamıştır. Hepsinden öte: Yazmak bağışı sayesinde hayatta bir işe yaramıştır. Ömrünün boşa gittiği hissiden kurtarılmıştır. Varlığı çoğaltılmıştır. Elhamdülillah. Fakat o bu yaptığını insanlara bağışta bulunduğu sanrısıyla paylaşmaya başlar. ’Alan el’ olmaktan ’veren el’ olmaya atar kendisini. Şeytanî bir tuzağa düşer. Hafazanallah. "Veren el alan elden üstündür!" sırrınca da bir üstünlük davası güder ister istemez. Benbenciliğin gözüme basar.
"Bunun şununla ne ilgisi var?" dersen ona da cevabım şöyle arkadaşım: İkram eden muhtaç olmayabilir. Fazlından ediyor olabilir. İkramsız da ayakta kalabilir. Ama ihtiyaç duyan mutlaka muhtaçtır. Muhtaciyet dediğin şey aslında parçaya konulmuş bir bütün çağrısıdır. Bir saniye. Karışık mı oldu? Haklısın. Biraz daha açmayı deneyelim. Şunun için de kendimize soralım: Biz birşeyin ’bütün’ değil ’parça’ olduğunu nasıl anlarız? Yalnızken yarım/eksik kalmasından değil mi? Evet. Her ne ki parçadır, tekken yarımdır, eksiktir, azdır, noksandır. Fakat bütün tek başına olduğunda da ğanidir. Kendisi olmak konusunda kendisi kendisine yeter. Yalnız direksiyonuyla hiçbir araba insan taşımaz. Ama at yalnızken de insan taşıyabilir. Kusurlu fakat fehme yaklaştırır bir temsilimiz böyle.
Aynen öyle: İnsan kibri miktarınca kendisini bütünden koparıyor. Özetliğini kötüye kullanıyor. Kendini ders kitabı yerine koyan bir notdefterine dönüşüyor. Notdefterinde elbette ders kitabından çok izler var. Hatta belki kitaba en çok işaret eden şey o. Fakat nihayetinde o sadece bir notdefteri. İçindeki notların alınması için her açıdan kitaba ihtiyacı var. Boş olsaydı hiçbir işe yaramazdı. Hem notların rahatça anlaşılması için de kitabın okunması/okutulması şart.
İşte, arkadaşım, uyanık insan da ihtiyaçları sayesinde farkeder ki: Bütünün haricinde değil. Bütünden ayrı bir bütün değil. Varlığı bütüne bağlı. Kendisini açıklamak için kullandığı her argümanın bütünü de açıklıyor olması lazım. Aralarındaki ihtiyaç bağını kesip atamadığına göre, bilmem ne galaksisinin bilmem ne köşesindeki bir yıldızla, ister-istemez, bir ilişkisi var. Evrensiz yapamıyorsa evrenin parçası demektir. Her nesiz yapamıyorsa o onun bir parçası veya kendi onun bir parçası demektir. Bu şuuru kazandığında özetliğinin cerbezesinden de kurtulmuş olur. Yani yalnız ’tadabiliyor’ olmak, ’yazabiliyor’ olmak, ’sevebiliyor’ olmak onu bütünden ayrı bir bütün yapmaz. Tattığını, yazdığını, sevdiğini yaratabiliyor olsa belki bütünden kopabilir. Hiçten varlığa çıkarıcı bir kudrete sahip olmayan herşey varlığa çıkarılmışların bir parçasıdır. İnsana verilen emanetin dağları korkutan yanı işte budur.
Sana bir ’ene’ verildi. Bunun sayesinde kıyaslamalar yapabiliyorsun. Kendi parçanı ve dahi kendinin saydıklarını bütünden koparabildiğini sanrılayabiliyorsun. Bu aslında ilmini arttırmak için sana bağışlanan bir vehim. Fakat bazen sen de bu vehmin hülyalarına kapılıyorsun. Hatta yaptığın ibadetleri bile, hâşâ, sanki Allah’a bağışınmış gibi düşlüyorsun.
Uyanalım arkadaşım. İhtiyaçtan bağış olmaz. Vermeye muhtaç olduğun şeyi vermekle vermiş olmazsın. Öncelikle vermeyi almış olursun. Sonra vermekle yeniden yeniden almış olursun. O yüzden elinden çıkan azıcık güzel şey için de çok bir iş yapmışsın gibi övünmeyi/mızmızlanmayı bırak. Sen hiç nefes aldığı için mızmızlananı gördün mü? Eğer kendini bütünden kopuk düşlemeseydin onunla kurduğun her ilişki bir ihtiyaca dönüşecekti. Yetim başı okşadığında senin kalbin yumuşatılmış olacaktı. Zekat verdiğinde malın temizlenecekti. Cihada çıktığında canın korunacaktı. Namaz kıldığında ferahlayacaktın. Bunlar hâlâ sana öyle gelmiyor. Çünkü ikram ediyorsun.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.