3
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
962
Okunma

“İktidar olan fakat iktidar döneminde akıl almaz ve örneği görülmemiş bir ekonomik ve sosyal çöküntü yasayan Ecevit, o şartlarda, darbe gerçekleşmeseydi büyük bir ihtimalle CHP’de büyük bir tasfiyeye gidecek veya partiden ayrılacaktı. Darbe Ecevit’e beklediği fırsatı verir. Partiyle de kadrolarıyla da irtibat kurmayı reddeder.”
Hasan Bülent Kahraman’ın kaleme aldığı “Ecevit Kendi Mirasının İnkârcısı” başlıklı yazıdan bir pasajdır bu cümleler.
Ecevit mirasının inkârcısı mıdır ve darbe kendisine beklediği fırsatı mı verir; üzerinde durmaksızın ıska geçilecek konular olmayıp derhal soruya dönüşecek cinstendir elbet. Kesin olan bir şey varsa yakın tarihimizin köşebaşı olaylarından biri de 12 Eylül askeri müdahalesi olmakta hiç kuşkusuz. Bugün geriye dönüp baktığımızda her türlü darbeciliği, cuntacılığı, militarizmi eleştirsek dahi darbelerimiz arasında genel olarak belli bir hiyerarşik yapı tanıdığımız görülebilir de. Daha öncede arz ettiğim gibi soğuk savaş döneminde meydana gelen darbe ve muhtıralar içerisinde sol ve sağ kesimin biraz daha olumluluk tanıdığı en azından olumsuzluk tanımadığı evreler olmakla birlikte 12 Eylüle siyasal/toplumsal kesimlerimizde pekte bu kontenjanın tanınmadığı görülmektedir. Hemen her kesimde en çok lanetlenen bir dönem olduğu söylenebilir. Çünkü sağ ve solun ortak acı ve göz yaşları bizleri karşılamaktadır.
Oysa 12 Eylülün başlangıçta son derece sıcak karşılandığı da anımsanabilir. Açıktır ki, 70’ler Türkiyesi giderek yoğunluk kazanmak suretiyle tam bir anarşi ve terör bataklığıdır. İhtilal meydana geldiğinde ülke iç savaşın eşiğindedir açıkçası. O günün toplum psikolojisi düşünüldüğünde askerin kurtarıcı olarak karşılanması kaçınılmazdır. Ne ki, ihtilal sonrası yaşanan olaylarda göz önüne alındığında zamanla ihtilalin dakikliği artan biçimde toplumsal bellekte kuşku uyandıracaktır. Zamanlama mükemmeldir. Ama nasıl? Ve müdahaleyle birlikte tüm yıkım nokta atışıyla nihayet bulacaktır. Halbuki, 12 Mart böyle değildir. Ara dönem boyunca dağda bayırda anarşist, militan, eylemci takibi sürer gider. Hiçte ha deyince son bulmaz hani. Eee! 12 Eylülde ne oldu? Hem iç hem de dış güçler bir nevi akrebe, çiyana, yılana müdahalede deneyim mi kazandılar? Tık tık, tak tak öyle mi? Tabi yıllar geçtikçe Amerikan büyükelçiliğinden başkan Carter’e bizim çocuklar işi bitirdiler teleksleri geçildiği hep malumunuz, değil mi?
Yine müdahalenin önceleri müspet karşılanmasında ve zamanla dahi puantajını kolayca düşürmemesinde ihtilal liderinin babacan profili de temel bir psikolojik etken olmalı. Sorarım şimdi: 27 Mayıs, 12 Mart, 28 Şubat kumandanlarını isim isim bilen kaç kişi vardır? İlgili takvimlerin genel kurmay başkanları, liderleri kimlerdir, ekseriyet zannetmiyorum ki bilsin. Oysa Kenan Evren ismini bugün bilmeyen, duymayan mümkün mü?
Bunda netekim paşanın toplum ve kameralar karşısındaki sempatik, babacan duruşunun hatırı sayılır bir etkisi olmalı.
Bu hususla ilgili olarak ünlü siyasilerimizden Agâh Oktay Güner rahmetli Başbuğ Türkeş’e dayanarak Kenan Paşanın harbiyedeki lakabının “Tilki Kenan” olduğundan söz etmektedir.
Dolayısıyla paşanın toplum psikolojisini yönlendirmede de önemli bir etken teşkil ettiğini söylemek mübalağa olmayacaktır sanırım.
Üstteki fotoğrafta bu hususta fikir verecektir muhtemelen. Başbakan Ecevit’in karşısında el pençe divan duran bir Genel Kurmay Başkanının ihtilal liderliğini düşünsenize. Ki göreve getirilmesinde de siyasi yansız tutumu, suya sabuna dokunmaz profilinin mühim bir kriter teşkil ettiği yönünde değerlendirmelere rastlamak zor değil.
Şu kadar ki, birde madalyonun diğer yüzü olmalı. Sivillerin ihtilale giden yolda rolleri, yanılgıları hataları dairesinde etkileri nedir? Burada 70’lerin genel olarak koalisyonlara açık yapısından başlayarak bu doğrultuda farklı koalisyon evrelerine değinildiğini görebiliriz. Ne ki, konumuz açısından Ecevit merhum üzerinde özellikle durmak isterim.
Her şeyden önce 1974 yılının CHP-MSP koalisyonu evresinin bazı gelişme ve politikalarının dolaylı yoldan anarşi ve terör ve ihtilale giden süreç üzerinde çarpan ve hızlandıran etkisi yaptığı söylenebilir. Bir kere Kıbrıs harekâtı gibi şüphesiz bıçak sırtı hal almış ve kesinlikle pansuman tedbirlerle kotarılamayacak noktaya gelmiş bir hadisenin bazı komplikasyonlarından söz etmek gerekir. Haklı davamızın gereklerini yerine getirmekle beraber devamında yaşanan Amerikan Ambargosu süreci ekonomimiz üzerinde yıpratıcı ve hatta giderek artan biçimde yıkıcı bir etki yapmaktadır.
Bu emperyalist tahakküm siyasetinin doğurduğu olumsuzluk en çokta 78-79 Ecevit hükûmeti evresinde patlamaktadır. Öyle ise, ilgili hükûmetin ekonomiyi sevk ve idare noktasında hata ve başarısızlıkları da olmalı. Öyle ya, MC hükûmetlerine ve hatta ilk Ecevit hükûmetine oranla ikincisi daha ziyade eleştirilmekte ise.
Gerçi burada CHP kesimi şunu öne sürer hep. Piyasa Demirel’in elindedir, ne zaman Ecevit başa geçtiyse stok ve karaborsalar sağ kesimin arkaplanda olduğu ayak oyunlarına dönüşmektedir. Oysa gerçek bunun tam tersi olarak görünmektedir. Bir kere TÜSİAD ve Koç ekonominin gerektirdiği siyasi istikrar, toplumsal huzur bazında cephe hükûmetlerine sıcak bakmamakta beraberinde ise ihtilalci sola baraj koymak noktasında orta sola prim tanımaktadır. Ta ki, 1979 yılının sonlarına kadar. İş dünyasının giderek artan biçimde bu ikinci Ecevit hükûmetine olumsuzluk duyması ve dirsek çevirmesi kritik eşik olmaktadır. Demek iş çevrelerinin Ecevit’e karşı olumsuzluğu baştan sona değişmeyen bir seyir takip etmemektedir.
Burada Ecevit hakkında genelde müspet yazılar kaleme aldığını bildiğim rahmetli politikacılarımızdan Hasan Celal Güzel’in; “Türk siyaset tarihi Bülent Ecevit’i, maddî konularda ’dürüst’ bir politikacı olarak kaydedecektir. Ecevit, devlet imkânlarını hiçbir şekilde şahsî menfaatleri için kullanmamış ve bu hüviyetiyle kamu oyunda her zaman takdirle anılmıştır. Ancak, ekonomik konulardaki bilgisizliği ve politik çekingenlikleri yüzünden, Başbakanlıkları esnâsında kendi iktidarı zamanındaki yolsuzluklara engel olamamıştır.” Şeklindeki değerlendirmesi de yabana atılmamalı kanımca.
Bu paragrafta yer alan yolsuzluklar parantezine ayrıca eğilmek gerekir. Dönemin öne çıkan genel seçimlerinden biri 05 Haziran 1977 takvimine ait olmaktadır. Bu seçimden CHP birinci parti olarak çıkmakta ve hatta çok partili döneme ait en ciddi başarısını kazanmaktadır. Ne var ki, elde edilen en yüksek milletvekili sayısı tek başına iktidara gelmeyi mümkün kılmayacaktır. Devamında ise Ecevit’in dışarıdan destekli bir hükûmet kurmayı arzu ettiği görülmektedir. Bunu ilk anda sağlar gibi görünen ünlü siyaset adamımız devamında ise meclisten güven oyu alamayacaktır.
Bu defa cumhurbaşkanı tarafından görevlendirilen rahmetli Demirel üçlü koalisyonla 2’inci Milliyetçi Cephe hükûmetini kuracaktır.
Bu noktada dikkat çekici bir anekdot ise gazeteci yazar Taha Akyol tarafından sunulmaktadır.
Akyol köşesinde şunları kaydeder:
“Diğer bir örnek, sağ-sol çatışmasının kanlı döneminde merhum Ecevit’le merhum Türkeş’in bu çatışmayı gidermek için koalisyon görüşmeleri yapmasıdır. 1977 seçimlerinden sonra Türkeş adına Gün Sazak, Ecevit adına Vedat Dalokay CHP-MHP koalisyonu için görüşmeler yaptılar ama CHP’deki radikaller yanaşmadığı için mümkün olmamaktadır bu.
Yine 1977’de Meclis Başkanı seçimlerinde Ecevit, MHP’nin oy verebileceği isim olarak Cahit Karakaş’ı aday göstermiş, MHP’liler oy vermiş, Meclis Başkanı seçilmişti. Bunları CNN Türk’teki “Sağım Solum Tarih” programında Altan Öymen ve ben ayrıntılarıyla anlatmıştık. Keşke Ecevit-Türkeş koalisyonu kurulsaydı. Terör ve 12 Eylül önlenebilirdi.”
Altan Öymen ise meclis başkanı seçimi konusunda tanıklık ettiği tecrübeyi şu sözlerle aktarmaktadır:
“Nihayet aranan uzlaşma CHP+MHP formülü ile sağlandı. MHP, "yeni meclis başkanının komünizme karşı ve mutedil" olmasını istiyordu. Ve o isim bulundu. CHP adına görüşmeleri yapan Altan Öymen, Radikal gazetesindeki köşesinde o günleri anlatırken "İki partinin temsilcileri (CHP’nin temsilcisi bendim) bir araya geldiler. Bir isimde anlaştılar. O isim, CHP’li olmakla beraber ’sağ politikalara’ da yakın bir politikacı sayılan Cahit Karakaş’tı." Demektedir.
Ecevit’in, Erbakan merhum ve MSP konusunda da sıcak duyguları vardır. Hiç kuşkusuz sonu hüsran gibi görünse dahi 74 koalisyonu Ecevit açısından hiç kapanmayan duygusal bir parantezdir.
Bu konuda ilgi çekici bir değerlendirme ise bir doktora çalışması üzerinden karşımıza çıkmaktadır.
Kriz Kıskacında CHP Hükûmeti (1978-1979) başlıklı araştırmasında Faruk Ataay şu sözlere yer vermektedir:
“CHP, MSP ile dirsek temasını sürdürmeye özen gösteriyor, gerektiğinde AP-MHP ikilisine karşı MSP’yle ittifak yapabilecek konumda olmaya özen gösteriyordu. Nitekim, CHP, MSP lideri Erbakan hakkında, bir radyo konuşması nedeniyle Cumhuriyet Başsavcılığınca “dini siyasi nüfuz elde etmek amacıyla kullanmak” suçlamasıyla soruşturma açıldığında, MSP’nin kapatılmaması için yapılan yasa değişikliğine destek vermekten de geri durmuyordu.”
Ne çare ki, bu seçeneklerden hiçbiri aradığı somut karşılığı bulmamaktadır. Nihayetinde ise 11 Aralık 1977 tarihinde yapılan yerel seçimlerden CHP’nin zaferle çıkması hükûmette kan kaybına yol açacaktır.
Şöyle ki, Adalet partisinden kopan on bir milletvekili ile yapılan ve yakın siyasi tarihimize “Yıldız Motel” hadisesi olarak geçen pazarlıklar neticesinde dışarıdan destekli hükûmet kurmak istemini gerçekleştirmiş görünsede tesis edilen model Ecevit’in siyasi kariyerinde kapanmayan bir yara olarak kalacaktır.
NOT: Kimi Yeşilçam filmlerinde yönetmenin bir sahnede göründüğü akla gelebilir. Üstteki yazıda bendeniz nerede göründüm acaba?
-DEVAM EDECEK-
L.T.