Yıl 1980: Soğuk bir kış günü. Kar yağmakla, yağmamak arası tereddütte. O zamanlar Yalova - İstanbul arası denizde çok dalga olduğu zaman gemiler çalışmazdı. Bir Deli Kaptan lakaplı yaşlı kaptan vardı yüzünü hiç kimsenin görmediği ama konuşmasından Karadenizli olduğunu tahmin ettiği Kaptan. -Haydi be derdi ne dalgasıymış o. İskele alabanda gidiyoruz. Der, giderdi. Dalgaları bilenlerin çoğu alt katta oturmazdı. Çünkü bilirlerdi indiklerinde sudan çıkmış balığa döneceklerini. Ne zaman Deli Kaptanın kullandığı gemiye binse, merdivenleri üçer beşer tırmanıp en üst kata çıkıp otururdu. Alışmıştı artık, denizin dalgaları ona lunaparkın oyuncakları gibi gelirdi. Sonra geminin bir sağa, bir sola yatmasına, kadınların çığlık seslerine, çocuklarını kucaklarına alıp kaçışmalarına için için gülerdi. Hepsi komik gelirdi de, komik olmayan geminin içine sabah sabah yediklerini kusmaları olurdu. Eee o kadar kusur kadı kızında da olur yani. Mesela bazı gemi maceraları aklından çıkmadı. -Batacak mıyız sence evladım? Dedesi yaşındaki adamın korkudan titreyen sesini hiç unutamadı. -Olabilir Bey Amca. -Ama ben yeni nişanlanmıştım. -Olsun Bey Amca öbür dünyaya devam edersin artık. Başka çare yok. -Gideyim bakayım tahlisiyesi var mıdır bu geminin? Derken gemi maceraları hiç bitmezdi. * * * Söz vermişti arkadaşlarına. Galata Kulesinde kahvaltı sözü. Ağzından kaçırmıştı bir kere. Saate baktı, İstanbul’a gidecek geminin kalkmasına tam 6 saat vardı. Lavaboya gitti, uykusunu dağıtmak için ellerini ve yüzünü yıkadı. "Tamam gayet iyiyim. Hiç uyumasam bile, yapmam lazım bunu." Diye düşündü. Sessiz adımlarla annesinin o meşhur kanaviçe örtülü sandığın kapağını açtı. Mutlulukla gülümsedi. İstediğini bulmuştu bile. İçindeki krem rengi bukleli mantoluk kumaşı aldı. Nasılsa annesi onun için almamış mıydı ki? Gerçi iyi bir terziye diktirelim de güzel bir manto olsun diyordu ya, olsun. Acil durumdu şimdi, gecenin bu saatinde bir terzinin kapısını çalsa, hem deli sanırdı kendisini, hemde sabahın köründeki gemiye hiç bir terzi o saatte hatır için bile olsa dikiş dikmezdi. Aldı makası eline, geçti makinenin başına. Yarış başlıyor, kendime ve onlara bir söz verdim sözümde durmalıyım. Dedi ve başladı. Sabah ezanı okunmaya başladığında saate baktı. "Eyvah hemen hazırlanmam lazım ama daha mantomun astarını takamadım, aman olsun kim bilecek mantomun içinde astar var mı, yok mu? Hem zaten o kadar güzel oldu ki, kimse inanmaz böyle bir mantonun astarsız olabileceğine." Dedi. Çarçabuk hazırlandı. Çantasına kitaplarını ve eşyalarını koydu, giyindi. En son diktiği krem rengi mantoyu giydi. Uzun saçlarını tokayla geriye doğru toplayıp, başına yine krem rengi bir fötr şapka takıp koşarak 06.15 Yalova - İstanbul vapuruna doğru koştu. Gemi Kabataş’a yanaştığı zaman yolcuların ayaklanma sesleri ile ancak uyanıp kendine gelebildi. Rıhtıma indiğinde daha ilk adımında martının biri hiç üşenmeden şaak diye mantosunun koluna hoş geldin der gibi pisletti. -Aman Allahım. Yani bu kadar insanın içinden bula bula beni mi buldun şimdi? Diye bağırdı. Silmek isterken elinde eldiven olduğunu unuttu. -Eldivenimde pislik oldu, ne yapacağım şimdi? Bu kadar hazırlandım boşuna mı? Suratını asarak yürümeye başladı. Az ötede arkadaşları ilk defa görecekleri Galata Kulesinin heyecanı ile kendisini bekliyorlardı. Galata Kulesinin Ceneviz Meyhanesi diye adlandırılan bölümün üst katında da güzel bir kahvaltı yaptılar. Herkes neşeyle İstanbul’un güzelliğine tepeden bakarken, o bütün gece gözüne uyku girmeden bitirmeye çalıştığı mantosunu pisleten martıya için için kızıp, çaktırmadan masa örtüsünün ucuyla lekeyi çıkartmaya çalışıyordu. O sırada gelip; -Kahve alır mıydınız? Diyen garsona. Hiç farkında olmadan " hatta kimseye sormadan hayır, hesabımızı getirin gidelim." Dedi. Öyle ki; kader her dakikanın hesabını yapıyor gibiydi. Eğer orada kahve içilseydi film burada biterdi. Fakat bitmedi. Tersine bu film tam da burada başladı. İndiler Kuleden. Karşıdaki otobüs durağında taksi beklemeğe başladılar. İşte ne olduysa o zaman oldu. Devamı var... Davi 18. 09. 2018 |