9
Yorum
10
Beğeni
0,0
Puan
1620
Okunma

’kendi sarmalında
döndün, döndün, sanma ki daha dönmeyeceksin
kalsan da bir yer için, aslında hep gidiyorsun.’’
Evden çıkarken son defa göz attım çantama. Her şey hazırdı şimdi. Yalnızca ben...
Bu halimle nasıl yola çıkacağıma anlam veremiyordum…Gücümün tükenmesinden korkuyordum ... bu yolculuk için hazır mıydım, hiç bilemiyordum .
Huzursuzdum.
"İnsan nasıl kurtulur, kendini anlatmaktan?"
Daha önce İstanbul’a birkaç defa gitmiştim aslında ama hiç bu kadar yaralı olduğumu hatırlamıyordum. Hissettiklerimden adeta uzaklaşmak için daha önceki gezilerimi düşünüyordum.
Ne farkı var...aynı işte…
Bu defa o olmayacak yanımda, hepsi bu dedim kendime...İlk defa beni o karşılamayacak ve ben her tarafta o’nun izlerini arayacaktım. Yalnızca bu.
Neden bu kadar yoruyordum yüreğimi sanki. Üstesinden gelemeyeceğim bir duygu değil ki yalnızlık. Bundan şikayet eden olmamalıydım ben, hiç yakıştırmıyorum kendime bu zayıflık hallerini…Kendime kızdığımda işte hep böyle oluyordum, bir öğrencisini ödev yapmadığı için azarlayan bir öğretmen oluyordum bir an..
Ama işte yok edemediğim müthiş bir ağırlık vardı üzerimde, içimde dayanılmaz bir sancı..
Gökyüzü bile daralıyordu gözümde..
Bugün herkes için bu kadar gri mi her şey?"
‘’Ah, beni anında yine ona döndürmekte gittiğim bütün yollar.’’
Otogarda bir bankta oturup insanları izlemeye başladım.
Herkes kaç yaşamın içinden geçiyor her gün kim bilir?
Herkeste bir telaş, koşuşturmaca…yüzlerdeki telaşı okuyabiliyordum, bazılarında hüzün…
Ama kimse benim kadar kederli olamazdı. Bu sadece bu benim yazgımmış gibi kimsede kederi benden daha fazla hakkedilmiş olarak görmüyordum nedense. Belki de gizil gücün ya da yoksunluğun sahiplenme duygusuydu bu.
Hangi duygu bana ait kalıyor ki?
Otogarda bir çift sevgiliye takılıyor gözlerim, gözlerini birbirlerinden ayırmadan öylece bakıyorlar birbirlerine…ara sıra kız başını sevgilisinin omzuna dayıyor, ikisi de ağlamaklı...Genç adam usulca öpüyor sevgilisinin saçlarını…
Hemen ötedeki köşede, orta yaşlarda top sakallı bir adam ayak üstüne ayak atmış elindeki kitaba dalmış, etrafındaki hiç kimse umrunda değilmiş gibi...Ne kadar rahat görünüyordu ve nasıl da kaygısız…Gerçekten o kadar kaygısız, neşeli olmanın bir yolu var mıydı yoksa bu yaradılışla gelen bir özellik miydi? bunu öğrenmek için çok yaşlanmıştım belki de. hem öğrensem de ne değişecekti ki…
Otobüsler sürekli yer değiştiriyordu peronlarda, gidenler gelenler arada boğuk sesle yapılan anonslar….Otobüsünü kaçırmış bir kişi telaşla koşarak yetişmeye çalışıyor. Bir kadın bir elinde sigarası
diğer elindeki cep telefonuyla birisiyle konuşuyor, sesini yükselttiği anda istemsiz dinliyorum o’nu. Patronla ilgili konuştuğunda küfreder gibiydi. Bakışlarımı fark ettiği bir anda ürperiyorum. Bir anda patronuna duyduğu öfkeli bakışlarını üzerimde hissediyorum, hızla başka yöne çeviriyorum bakışlarımı.
Neden gelmiyor şu otobüs hala?
Otogarlar hep ilgimi çekmiştir aslında…duygusallığımı alt üst eden bir yerdir çünkü, tren garları da öyle…Gidenlerin hüznü sarmalar bazen…O son bakışlar, el sallayışlar..Vedalar hep üzmüştür beni, her veda bir şeylerin sonu olmaz mı bazen?
Ya da yeni başlangıç değil midir son’u geride bırakan? Sanırım en acı olanı insanın kendine yolculuğu..
‘’Nereye gidersen git, ait olduğun bir yer olmayacak. Gideceğin tek yer kendi iç dünyandır.
sana en yakın en uzak yer orasıdır.’’diyordu bir yazar.
‘’Vazgeçmek’’ ile ‘’gitmek’’ ne kadar uzak birbirine?
Gitmek ne kadar uzak insana?
‘’Gitmek, ne kadar uzaktır yarına?’’
Belki de en iyi ölüler bilir bunu…
Birden bir genç kız takılıyor gözüme, kıvırcık saçlarını toplamış olabildiğince bitkin ve kaygılı…
Sağa sola koşuşturuyor durmadan, Birini mi arıyor otobüsü kaçırmış olma telaşı mı anlayamıyordum. Saate ve etrafına bakıp duruyor. Beklemekle yetinmedi otobüs yazıhanesine gidip bir şeyler sordu ;ama telaşı hala yüzünde duruyordu.
Aradan yaklaşık on dakika geçmemişti ki bir askeri araçtan iki asker ve aralarında bir mahkum belirdi, mahkumun kollarında kelepçe vardı, şaşkın şaşkın bakıyordu etrafına.Kız asker arabasını görünce arabaya hızla yöneldi, birkaç adım atmıştı ki görevli askerin sert bakışlarıyla karşılaşınca duraksadı. Kızın telaşlı bakışları müthiş hüzne dönüşmüştü, gözlerindeki yorgunluğu okuyabiliyordum, mahkum henüz kızı görmemişti, bakışları karşılaştığında çok kısa bir tebessüm için anlaşmış gibiydiler ikisi de…Çok sürmedi ama…Genç kız uzaklaştı arabadan, Beklediği kişi bu mahkummuş demek ki…Ya da bana öyle gelmişti. Genç kız bir tarafta durmuş, sadece mahkuma bakıyordu, mahkum ise merakla etrafına bakıyor arada gözlerini kaçırıp kıza bakıyordu.
Bu kızla mahkumun içinde olduğu öykü neydi acaba?
Ve niye elleri kelepçeliydi şu adamın?
Bende hep olurdu bu, insanların gözlerinden, bakışlarından, oturuşlarından hayatlarına dair çıkarımlar yapardım hep, vardığım sonuçlarda yanılıp yanılmadığım hakkında bir netliğe varamazdım ama çıkarım yapmaktan alamazdım kendimi yine de…Kızardım da kendime aralarda ‘sana ne insanlardan’ diyerek. Öylesine odaklanmıştım ki İstanbul’a gidecek oluşumu unutturmuştu bir an bana bu genç kız ve şu mahkum.
Ve nihayet otobüs gelmişti.
Evden çıkarken duyduğum sızıyı hissederek aradım koltuk numarasını. Henüz yerleşmiştim ki o genç kız koltuk numarasına bakıp yanıma oturdu. Bir an sevinmiştim, belki de merak ettiğim öyküyü o’nun ağzından dinleyecektim; ama içimde bir kuşku da olmamış değildi…Merak, kaygı, hüzün karmaşasıyla yolculuk başladı nihayet. Genç kız hiçbir şey konuşmuyordu, çantasından bir kitap çıkarıp okumaya başladı. yalnızca arada bir en arkada oturan mahkuma bakıyordu göz ucuyla.O, baktığı anda sormak geçiyordu içimden ama bir türlü cesaret edemiyordum.
Kulaklığımı takıp müzik dinleyerek pencereden dışarıyı izlemeye başlamıştım. Yanımda oturan kız ise bir ara çantasından çıkardığı bir zarfın içindeki mektubu okumaya başladı. Ona baktığımı fark edince gülümsedi, yüzünü çevirip uyumaya çalıştı, uyuyamadı. ben de…
Yolculuğun ilk molasına yaklaşmıştık, görevli askerlerden birisi genç kızın yanına gelip:’’ birazdan mola yerinde biz de aşağı ineceğiz, kardeşinize kesinlikle yaklaşmayın, mola sırasında yalnızca yiyecek alın. ama siz getirmeyin ona.ve konuşmak için sakın yaklaşmayın. ’’dedi. Genç kız başını eğip peki, dedi.
Mola yerine varınca kız hemen lokantaya gitti, yemek siparişi verip elinde çayla mola yerinde yürüyüşe başladı.
Yanına gittim, sigara uzattım. Gülümsedi. Kullanmıyorum, teşekkürler dedi.
İstanbul’a mı diye sordu?
Evet, dedim.
İkimizde çeşmeden elindeki şişeye su dolduran kadına bakıyorduk. Başka bir şey konuşmadık.
Mola süresi bitince yerimize geçtik.
John Fowles’in dediği gibi ‘’yeni insanları tanımak bana zor geliyor, bir sürü düğüm çözmek zorundasın.’’
Önceden tanıdıklarını anlamak da zor geliyorsa… Ah, o zaman ne yapmalı?
Bir başkasıyla –hem de hiç tanımadığım bir başkasıyla-hüznün en acı rengini paylaşıyorduk ortak olduğumuz bir zaman ve şu koltukta…Birazdan O, hemen birkaç adım ötesinde duran abisiyle belirsizliğe doğru yol alacak, bense varacağım şehirde aynı göğün altında aynı havayı soluyup belki de bir daha hiç göremeyeceğim kişiye dair pek çok anlam arayacaktım.
Hayat, sadece bir anlam arayışı mıydı?
Genç kıza mahkumla ilgili hiçbir soru sormamıştım yolculuk boyunca ,o da hiç konuşmadı. İstanbul’a vardığımızda ‘hoşça kalın. ’diyerek indi otobüsün arka kapısından. Mahkumu bekleyen bir araç vardı, görevliler o’nu araca götürürken genç kız uzun uzun baktı ardından. Mahkumun arabası yok olana kadar bekledi, yazıhaneye gitti, bir bilet alıp otogarda bir bankta oturdu. Beni fark etmemişti bile.
Yanına gidip konuşmak istedim bir an…Vazgeçtim.
Taksi gelmişti.
Ne bu şehir ne bu gökyüzü ne biz insanlar…
Kimse kimseden haberdar değil.
Herkes gizlediği benliğinin sığınağında saklıyordu kendini.
www.youtube.com/watch?v=OQwe6z8hTuA&index=6&list=RD-QOZg78QMmk