6
Yorum
3
Beğeni
0,0
Puan
1004
Okunma

‘’Raskolnikov’’ dedi aniden adam. Kendi sesindeki heyecana hayretle donup kaldı ardından. Sustular bir süre daha. Hakan ilk kez kendini bu kadar savunmasız hissetti. Bir sürü şey konuşmak istiyordu ve fakat tek kelime edemiyordu bir türlü. Şaşkındı, gücendi bildiklerine… Öğrendiği onca kelime, okuduğu onca cümle, satır satır akıp giden serüvenler nereye kaybolmuştu. Sonra yine aniden;
- Adım Hakan ve okuduğunuz kitabın benim için anlamı büyük. Onu demek istedim. Yani şey için…
- ‘’Eğer ben insanlar arasında bir hiçsem, diğer insanların benim için ne değeri olabilir?’’ dedi Raskolnikov. Sanırım o bizim için yeterince konuşmuş.
Hakan adını bile bilmediği kadının büyüsüne kapılıp inmesi gereken durağı bile kaçırdı. Kadın ayağa kalkıp ineceği durağa vardığında sohbetin bittiğini henüz anladı. Daha kötüsü kadının hayatına anlık girişinin bu tren yolculuğu ile sınırlı kalacağının bilincine vardı. Panik ve cesaret arası bir duygu karması ile kadını bir kahve içmeye davet etti. Kadın sanki bunu bekliyormuş gibi hiç tereddüt etmeden kabul etti. Aralarında olup biten her ne ise ikisi de o anda bunu sorgulamak niyetinde değildiler.
Üç ay sonra…
Hakan adının Su olduğunu öğrendiği kadınla sevgili olmuştu. Onun zor bir hayatı ve mücadeleci bir kişiliği olduğunu öğrenmişti. Aralarındaki yaş farkı her ikisinde de çekincelere yol açmıştı. Kadın son zamanlarda sanki bir yerlere gidecekmiş gibi çok dikkat ettiği toplumsal saygı gereklerini umursamaz olmuştu. Yazı yazmayı çok seviyordu ama bunu bile artık dikkatli yapmıyordu. Yazdığı denemeler eski yazdıklarına göre oldukça sığ duruyordu.
Hakan ters giden bir şeyler olduğunu hissediyordu. Ancak bir türlü adını koyamadığı şeyin üzerine gitmekten de korkuyordu. Sorguladığında öğreneceği şeylerin öğrenmek istedikleri olduğunu hiç sanmıyordu. Bunca zamandır aradığı kadını nihayet bulmuşken…!
Su ile yaptıkları en son sohbetlerinde Sylvia Plath’in yazdıkları kadar yaptıklarıyla da ilgilenmesi dikkatinden kaçmamıştı. ‘’ Onun hiç olmazsa bıraktığı bir fanusu var ve hepimizi davet ediyor. Keşke tek bir kum saatim olsa idi her tanesinde beni anlatan’’ dediğinde ne anlatmak istediğini tam olarak bugün öğrenecekti.
‘’Ya tutarsa’’ sadece bir fıkradır…
Su yazdığı mektupla aslında bir veda bile etmemişti. O sadece kendini alıp gitmişti.
Sevgili Kendim;
Yaşıyorsam öldüğümü bildiğim içindir. Bir kaç duygu sonrasından hiç olabilmek umuduyla devam ediyorum sınırlarımı zorlamaya.
Ben bir Ağustos olduğum için mi bilmem kaynayan bir ateşin ortasında olmayı seviyorum en çok. Her şeye dair bu söylediğim. Ama en çok aşka yakışıyor ateş.
Kıkırdayarak gülüyorum bu sözlerime ve sen kendim gülümsüyorsun okurken bile. Henüz tüm yapraklarını dökememişlerken gülümse çiçeğim.
Her darbesi ağır hasarlı yaşamaktan vazgeçene kadar ölmeyi bu kadar sevmiyorsun. Bazen kendimle sınırlı; sınırsız sohbetlerimde tüm duygularımdan tek tek hesap sormaya başlarım. İki ayağımla yürüyebiliyorken kökleri yere batırılmış bir ağaç kadar özgür değilim. Toplumsal denge her şeyden önemli...
Tut ki bir gün kural dışı davranmayı göze aldım. Hımm..! Mesela hiç olmazından bir aşk edindim. Kuytu köşelere saklamak zorunda kalabileceğim kadar aykırı. Bir kez ışık sızdı mı tüm karanlık uyanır. Aralarında acı içinde kıvranırken farkımda olmayan diğerleri sahip çıkarlar bana. Namus bu..!!!
Ruhumla besleyip kendime büyüttüğüm bu koca yürekli aşk saklı kaldığı sürece süreli.
Asi yönlerimle karşı çıkmaya çalışma. Ben çiçek açsam da, cesurca göğe yükselmeyi göze alsam da bu aşkın iki tarafı yok mu?
’’sana çok aşığım’’ dedi biri. Bunu ilk söylediğinde belki de doğruydu. Benim bilmediğim neyi biliyor bu küstah kelimeler?
Ve sonra ;’’seni seviyorum’’ dedi....
Alacakaranlıkta yansıyan silueti ne kadar çekici aşkın. Oysa elimden tutup gün ışığına çıkaramıyorsa... Sevmeye değil de göstermeye utanıyorsun demek? Bu işte bir yarım kalmışlık yok mu?
Gökten gönderdiğin kancalı Eros bir güzel göğsümüzü deşiyor Tanrım. Ve herkesten sonra ediyorken listedeki yerim tavan arasındaki o eski siyah beyaz hatıralardan farkım ne ki benim? Bir gün meyve soyarken aklına gelip bir zahmet yayıldığın koltuktan doğrulursun ve kimsenin görmesini istemediğin çıplak fotoğraflarına bakar gibi hissedersin beni.
Eksik olsun… Eksiksem olsun…
Biri dışında kimseye söyleyemeyeceğin bir aşkın o birisi bensem anlamı ne ki tufanların. Çürüyor eyleme geçemeyen tüm hayaller toplumun bakış açısında. Kokuşmuş düşlere sarılıp uyuyorsun ardı sıra.
Bir gün sevgilim dediğime isyan edersem… Hapsolduğum naylon poşetten sızıp onun havasına karışmak istersem… Havada rengimden izler çıkararak yükselirsem onca gizlenmeye rağmen. Olmazların gerçeğinde hiçbir aşk sürpriz doğurmaz. Yalancı gebeliğin sancıları sonunda elinde kalan kan; kirlenmiş duvarlarımda yeni izlere neden olacak hepsi bu.
Yani kendim; şu dünyada bir ağaç kadar özgür değilsin iki ayağınla ve kollarınla ve hatta duygularınla… Yürüyebilen bir kötürüm olan ruhuma ötanazi istiyorum. İşlevsel ve sıradan bir beden ile ölü kalmak zamanıdır. Taşınmaza çevirdim duygularımı damarlarını imha ederken. Soluksuz kalıncaya kadar boğazını sıkıyorum her bir hayalin. Haraç mezat satıyorum düşlerimi yazarak bu aralar. Alıcısı bol algı operasyonumuzun gün dönümünde bayat vaatleri tezgâhın altından sunuyorum. Kendimi bana karşı savunmasız bırakmamak için elimizde ne var ne yok …. Yok, işte hiçbir şey yok!
Gözlerimle vedalaşacağım en son. Deniz kabuklarından benim göz kapaklarım… Sert olan şeyler çabuk kırılır…
Usulca çekiliyorum aşkın kıyılarından. Beni olduğum gibi hatırladığı halimle anlatsın dalgalar.
Slyvia; benim kum saatimi gördün mü?
Son...
Deniz...