27
Yorum
4
Beğeni
0,0
Puan
2455
Okunma
Az bir şey kaldı. Bile isteye kendimi yiyorum. Sağlık açısından -buna psikolojik durum da dahil- mesleki açıdan, zaman açısından, dostlar açısından, edebi kaynak açısından...kısaca hangi açıdan bakarsam bakayım olandan tüketiyorum. Kötü şarkılar dinliyorum. O kadar kötüler ki iki saat sonra saatin kaç olduğunu yahut günün hangi evresinde olduğumu kestiremiyorum. İşte ya da evde konuşulan her şeyi, çoktan bitmiş bir maçın arkasından yapılan yorumlar gibi algılıyorum. Meslek gereği büründüğüm rolden kurtulamıyorum. Oysa beş buçukta benim mesaim biter, yaka kartımı çekmeceme atıp eve giderim. Ama öyle olmuyor işte. Arkamdan geliyorlar. Rüyalarıma giriyorlar. Alt benlik çöplük gibi. Mezarlık gibi. Çamaşır suyu içsem her şey tertemiz olacakmış gibi hissediyorum. Hastaların hepsinde telefonum var. Böyle bir mecburiyetim olmamasına rağmen, tanıştığım gün avuçlarına özel numaramı sıkıştırıp "beni gece gündüz arayabilirsin." diyorum. Öyle de yapıyorlar. Çoğunlukla onlar için yapabileceğim tek şey, en güzel şey ellerini tutup gülümsemek. Bu onlara iyi geliyor ama ben bitiyorum. Gerçekten yavaş yavaş öldüğümü hissediyorum. O bakışlar, o ağıtlar, o lanetler, o çaresizlikler...Oysa bu mesleğe ilk başladığımda engelli birine dokunmaya bile çekiniyordum. Bir nevi iğrenme duygusuyla kasılıp kalıyordum. Bunu yenmem çok zor oldu. Ama uzun sürmedi. Artık onlara bin yıldır görüşüyormuşuz gibi samimiyetle sarılabiliyorum. Fakat hep ağlıyorlar. hep hep hep. Bunu ancak yaşayan bilir. Sürekli umutsuz, hasta, ölmek üzere, yürüyemeyen, göremeyen, acı çeken, madde bağımlısı insanlarla bir arada olmak insan ruhunda nasıl bir tahribat yapar, ancak yaşayan bilir. Etrafıma bakıyorum. İnsanlar benim gibi olmak yerine duyarlılıklarını sınırlamayı seçerek kendilerini koruma altına almışlar. Mesela onlar bir insana “vaka” yapılan işe “süreç” diyebiliyorlar. Bu benim midemi bulandırıyor. Ama bakıyorum insanlar da haklı. Bu katlanılabilir bir durum değil. Kapkaranlık bir fanusun içindeyim. Fanusun içi güzel oysa. Her şey elimin altında. Bütün güzellikler parmak ucu mesafemde. Ama karanlık olduktan sonra…Araba koşulmuş, bacağı yaralı bir at gibiyim. Beni vurmasınlar diye canımı dişime takıp koşuyorum. Bunu yaparken birgün beni vurmalarına gerek kalmayacağını da biliyorum. Neyim, kimim, iyi miyim, kötü müyüm? Neden herkes bu kadar mutlu görünüyor? Gerçekten öyleler mi, yoksa ben mutsuz olduğum için mi bir derece daha yukarımı bahtiyar görüyorum? Gerçek ne? Neredeyim? Sirkin görünen tek hayvanı ben miyim? Yuvarlak ışığın altındaki tek hayvan. Yazmak…Bilgisayarın başına oturduğumda yine kötü bir şarkı açıyorum. Sonra bildiğiniz boşluğa bakıyorum. İçimden geçen kurguları yazıya döksem insanları kusturacak kadar hızlı, korkunç, tuhaf bir şeyler çıkacak ortaya. Yapmak istediğim bu değil. Duvarlar açılıyor, çatı kalkıyor, yer kırılıyor. Sesler yüzler, korkular, kaygılar bütün kırıklardan içeri sızıyor. Hanemi de koruyamıyorum. Belki kırk kere yataklarında uyuyan eşimi ve çocuklarımı kontrol ediyorum. Eş ve çocuklar. Dünyanın bütün pisliğinden ırak tutmaya çalıştığım varlıklarım. Onların yanı benim en huzurlu olmam gereken yer. Ama aksine, en çok acıyı onlarla birlikteyken çekiyorum. Bu atın kırık bacağı en çok kendi bahçesinde koşarken acıyor. Hiçbir şey yokmuş gibi minicik bir bebekle mavi mavi şarkılar söylüyorum. Resimler yapıyorum. Çatlayasıya gülüyoruz. Ama. İçimdeki işçiler sürekli olarak geminin kazanına kömür dolduruyorlar. İçimde acayip şeyler oluyor. Acayip şeyler. İnandığım her şeye şüpheyle bakıyorum artık. Sonra bir de bunun için acı çekiyorum. Nasıl böyle şeyler düşünebiliyorum diye. Beynimi kafamdan çıkartıp tütsü çubuklarını o yumuşak dokusuna daldırarak karşısına oturup sigara yakma istiyorum. mantığı nerede nasıl kullanması gerektiğini bilmediği için. Kaygıların gerçek olmadığını algılayamıyor ama yaratıcının bir açığını yakalamayı umut edebiliyor. Geri zekalı. En çok beynimden nefret ediyorum. Aynaya bakmaktan da. İkisi eşit. Baktığım kişi kendim değilmiş gibi hissediyorum. Asla ben olamam o. Döküldüğü kabın şeklini alabilecek kadar iğrenç bir şey o. Her ortamın suratı. Karadenizli, oh ne güzel, esprili, neşeli. Güzel bir taklitçi oysa. Güzel bir yalancı. Kalp ilacı kullanıyor ama o aynadaki surat ölmeyecekmiş gibi nasıl bakabiliyor öyle. İşte bunu kimse bilmiyor. Hiç kimse. Çünkü yalnızlık tek başına olmak değil. Bu, insanın kendi için ördüğü bir duvar. Neden yaptığını çok da bilmeden. En kötüsü de ne biliyor musunuz; bütün bu olan bitenin bir suçlusu yok. İşte o zaman diyorsun ki “ben mısır koçanının uç kısmındaki taneye dönememiş oluşumum. Ne mısırım, ne değilim. Allah böyle istemiş.” İki kere Allah’ın işine karışmaya kalktım. Sonrası daha kötü oldu. Artık inandım. Bazı insanlar lanetiyle inerler dünyaya. Başlarının üzerinden daima gri bulutlar ve beyaz şimşekler geçer. Sevilmek ya da takdir edilmek değerini yitireli çok oldu. Birinin beni sevmesi sakız çiğnemek kadar gereksiz. Sevilmek ekstra yük, sorumluluk, rol getiriyor. Ben zaten yürüyemiyorum. Zaten insan zehirlenmesi yaşıyorum. Bazen herhangi bir dolmuşa binip bilmediğim bir ilçenin parkında kendime gelmeye çalışıyorum. Bu çoğunlukla iyi geliyor. Yine o kötü şarkılardan birini açıyorum. Başımı ellerimin arasına alıp kendime yanında olduğumu hissettiriyorum. Kalbim çok hızlı atıyor. Birinin aksiyon filminin en etkili sahnesinde dahi sarf edemeyeceği eforu benim kalbim…Sürekli bir ağlamaklı hal ama ağlamamak. Sürekli derin nefes almak. Sürekli bir yüksekli fobisi. Binlerce metrelik bir binanın kenarları açık balkonunda dikiliyormuşum gibi korkunç, çok korkunç…
Hepsi bu. Bütün bunları neden yazdığımı bilmiyorum. belki de az bir şey kaldığı için...