11
Yorum
4
Beğeni
0,0
Puan
2195
Okunma


bugün cuma. yine akşam oldu. alacalı bulacalı karanlık karabasan gibi üstüme çöktü. gökyüzündeki ayın hep aynı yüzünü görüyoruz ama en azından karanlıktaki yüzünden bi mutluluk haberini yeryüzüne vahiyle indirmesini beklemek bu saatlere anca bu kadar masumca yakışabilirdi. bazen diyorum ki "yeryüzünün lanetlileri" arasında bulunduğun sürece hiçbir şey değişmeyecek! karanlık yine aynı zifirî karanlık.
duvardaki-kapılardaki-pencerelerdeki gözetleme delikleri yine aynı korumanın altındaki güvenlik tedbirleri sayılırken; unutacağız yine biz; yüreğimizdeki kuşkuyu yaratanın da, içimize kurt düşürenin de yine bu güvensiz, yine bu duvara hapsolmuş gölgelerin sayesinde olduğunu. ne var ki kapıya nisbeten duvarın soğuk yüzünden daha medet umar insan. çünkü bilirsin bütün kinini, nefretini en iyi betonlaşmış bi taşa kusacağını. o kör noktaya baktığın sürece daha iyi görürsün ağırlaştırılmış müebbetini. ordaki kemikleşmiş anıların artık bi fosilden geriye kalan ipuçlarından ibarettir.
...
tavan arasındaki çatlaktan başıma sızan yağmur damlalarını biriktirdim de geldim waye. bilesin ki azıcık zerre kadar çarpmıyor bu tütsülü kalbim. ama oturduğum yerde yavaş yavaş çürümeye başladım sayılır. leyla’nın saçlarındaki bitleriyle yaşamayı öğrenmesi gibi ben de alışıyorum, işgüzar karıncalarla irtibat halinde olan kurtçukların sessiz sedasız beynimi kemiriyor oluşlarına. dolayısıyla pek yakındır kalbura dönmüş kalçalarımda larvaların sürtüne sürtüne gezinecek oluşları. bizim burda güneş hiç açmıyor ki waye!..ince bir zarla örtmüşler güneşin mimli yüzünü. seremoni öncesi iyi ve kötü günler için çiftlerin ettiği içi boş yeminlere tanıklık eden aradaki o "ve" bağlacı adeta güneşle husumet içersindeki ikiyüzlü bir sis bulutuna benziyor. heran üstümüze boşalmayı bekleyen tetiğin ucundaki sinsi düşman. koptu kopacak, yağdı yağacak sanki. ah waye! yağmur da olsam bir damlalık yer kaplamıyorum ki şu lanet yeryüzünde!
biz efsunlu göğe ilk temeli böyle hüzünlü atarken, babam aklıma geliyor yine. şans oyunlarındaki uğurlu sayı gibi üç kardeş, üç katlı binanın temelini atarlarken, ’ãdettendir!’ deyip kendi aralarında ortaklaşa aldıkları bi kararla iyi huylu dileklerini toplu halde ve ışık hızıyla Tanrı’ya ulaştırmak adına kurban kesip, kan akıtmışlardı alelacele. babamı ilk o zaman elinde bi satırla görmüştüm. ondan sonra da bizim tören günlerimizin ilk aranan saygın infazcılarından biri olup çıktı babam. kanlı bıçak adeta elinde şangırdatıp durduğu bozuk para gibiydi. çevre civarda dilek tutan kim varsa soluğu babamın yanında alıyordu hemen. bir babanın görevi çocuklarının ellerini tutmak, saçlarını okşamak değil midir?..babamın kocaman elleri vardı oysa ama hep meşgul ve doluydu. onu hiç tanımayan biri bu ellerin sadece et doğramakla yükümlü olduklarını rahatlıkla düşünebilirdi.
...
Frau Wolf oflaya puflaya da olsa paskalya yortusunu ısrarla bana hatırlatmaya kararlı gibi görünüyor. bu kutsanmış cuma gününün gelip çattığını, merdivenleri süpürüp sildiğini, dış kapısının girişindeki paspasın üstüne serdiği ıslak bezden anlıyorum gene. entipüften cuma günlerine ille bakir bi üst giydirmeye çalışması da cabası. ama bu sefer hiç ummadığım bir şeyle karşılaştım. evet ıslak ve kirli paspas yine her zamanki gibi çamurlu ayakların üstünde gezinmesini bekliyor havasında ve kapı komşusu olarak bu hazinli duruma on beş senedir alışığız yalnız bu defa Frau Wolf (bana jest olsun diye sanırım), paskalyaya yakışır derecedeki tahtadan yontulma iki tavşan heykelinden bir tanesini; benim geçen sene iki kapının arasında bitişik uzanan müttefik duvarın orta yerine diktiğim süslü noel çanağının yanına büyük bi özenle her sabah bizi selamlaması için güzelce yerleştirmiş. ilk görünce doğal olarak şaşırdım tabi, insan yaşlanınca daha bir düşünceli oluyor demek ki dedim içimden. düşünsene bir sabah uyandığımda Frau Wolf de sırra kadem basıp gitmiş olacak. ne acı bir şey değil mi waye!
...
bugün cumartesi. aynur’u okuyorum. zaten ben okuduğum zaman aynur hep yağmurlu bi cumartesi’ne denk düşüyor. ve bu müzmin cumartesi güne açılış saatlerini genelde bulutlu ve karanlık bir havadan seçmeyi de ihmãl etmiyor. lanet olsun!.yine fazlasıyla kederli üstelik. ne diyim aynur’a şimdi?.yağmuru doluya çeviren şu kıt aklım ve duygularımla şemsiyesiz geldim ayağına beni içeri al mı diyeyim?. kapıyı aç aynur! hüznüme sarıl ve dizlerinde bi lori’yle usulca uyut. aynur annesinin çatkısıyla, anaç yüreğiyle beni karşılıyor oysa. utanıyorum ona söylemeyi. dört köşeli duvarlarımla geldim. acaba beni görüyor mudur?. yani ben et ve kemikten ibaret değilim ki görmesi gerek. etrafımın yalnız duvarlarla sarılıp çevrildiğini ve içime temelini yine bi gece yarısı attıklarını bilmesi gerek. bu beyaz badanalı yüzlerin yağmurla her gün ıslandığını ve üstüne sıçrayan çamurları ince bi çorapla silip, o mum suratlarından lekeleri çıkaramadığımı anlaması lazım ve her gün slayt tekniğiyle acıların boş bir sahnede gözüme sergilendiğini. bazıları sert havayı yumuşatmak veya ne bilim ne kadar romantik olduklarını sevgililerine ispatlamak için kullanır. yani duvarları da yeri gelince güzel kullanmasını biliyoruz.
...
dokunmak! elektrik tellerinin yüksek gerilim hatlarına kapılmak gibi tehlikeli bir bölgeydi artık babamın elleri! kanı görmüşlerdi bir kere, parmaklar birbiriyle kan kardeş olmuşlardı. üç kişiden oluşan ölüm mangası tozu dumana katıp, infazı gerçekleştirmek için hayvanı yere yatırmışlar, ayaklarını ve gözünü bağlamışlardı. biri ayaklarını tutuyor, diğeri boynuzlarını, öteki de bi bacağını hayvanın karnına dayayıp tekmeleyip kıpırdamasının önüne geçmeye çalışıyordu. iyi niyet temsilciliğini üstlenen babam bileylenmiş bıçağı kurbanın boynunda ha bire gezdiriyor ve en keskin etkisiz bi yolla can damarını en iyi nerden keser diye yoklayıp duruyordu. bir hafta önceden alınmış zavallı koçu bahçedeki yeşil yapraklarla besleyip avcumuzu yalatmıştık oysa. o günaha biz de bulaşmıştık bir kere. her sene kesilen koçların, koyunların ãh’ları üstümüze sindi kaldı öyle. bir de Meleğin dumanla beraber havaya karışan kesik kesik dilinin ucundan yuvarladığı o çığlıkları. "katil! katil! dokunma bana! iğreniyorum senden! nefret ediyorum!" hakkı vardı belki. onun gözünde; babam gözü dönmüş canavarın teki, acımasız ve zalimdi. "git başımdan! sakın dokunma bana katil!".
...
kapıyı açıyorum. çıkacağımdan değil, bizim kapının önüne saksı gibi sabit konmuş; çiçek basmalı elbisesiyle şirin mi şirin dişi tavşan elindeki havucu bana uzatsın diye gülümseyerek. ilk defa cansız bir hayvana dokunuyorum ama içim rahat. en azından kesilmeyip, yenmeyeceğini bilmek huzur verici. Frau Wolf’ün kapısında bekçi kesilen tavşan da erkek. sanki tarlada sebze, meyve toplamaya gidecekmiş gibi bir hali var, beline hasırdan bi sepet bağlanmış. sepetin içinde de yine oyuncak bir tırpan el altında kullanmaya hazır vaziyette. baharın geldiğini hatırlatıyor bize. eskilere gidiyor yine aklım. kim bilir şimdi bizim bahçede çiçekler tomurcuklanmış, güller boy verip açmıştır. ağaçlar serilip serpilmiş, dallar budaklanmıştır. bi tavşan kadar olamadınız ya ne diyim. şu kuru tahta sıska tavşan bile yediğini bölüşüyor benimle. ya siz hüzün seviciler? insan hep mi kara bir bulut parçasıyla böğürür durur içinden?..hep mi acılı hatıralarıyla sendeleye sendeleye, yalpalayıp geçer sokağı?
...
yüzüklerin efendisinde yaşlı bir ağaç vardı hani aynur, insanlarla konuşuyordu. gür ve tok sesli. sesi taa duvarlardan yankılanıyordu. aynur’a nasıl söylerim bu ağaç gibi bu rutubetli duvarların da kadim dostum olduklarını?.asırlık köklerini derimin altına kazdıklarını ve beni mezara çevirdiklerini nasıl söylerim? nasıl!
ah unutmadan o yüzü buruşuk ağaçla birlikte gabriel’in yüzyıllık yalnızlığını da alalım koynumuza. céline "insanda iyilik ve kötülük dengelenmektedir..." diyor. ben miyim sadece çamurla beyaz çarşafa yüzü koyun uzanan? ne yani bi tek ben miyim görmüş-geçirmiş o müsrif ağacın oymalı karnına adınızın baş harflerini teskin tırnaklarıyla kazıyan. ey insanlar! sizi içime gömmüşüm ben. bir yüzüm ay gibi bu yüzden hep karanlık.
...
yeşil bahçemize bakıyorum. koçu yatırdıkları yere. biz üç kardeş, beş de kuzen, yatak odasının bahçeyi gören camından, çizgi film kahramanları daltonları andıran kaçak görüntümüzle; yan yana dizilmiş ve pür dikkat ölüm mangalarının az sonra gerçekleştirecekleri infazın halka açık arenasında meraklı seyirci sıfatıyla sırayla perdeyi aralıyoruz durmadan. ne yapsakta hayvanı kurtarsak şu zalımların elinden. ah waye ne yapsakta kurtarsak!.."katil...katil...azılı bir katilsin sen! çek o pis ellerini üstümden!"...öfkeli ve nefret dolu bu sözleri mezara değin ömrüm billah duyacaktım artık. Melek susmak bi tarafta şöyle dursun gitgide kinle kusuyordu babama doğru. ah baba ah! o bıçağı niye eline aldın ki sanki! ne diye tahta kürsüdeki zanlı gibi boynumuzu yere büktün?
...
kapıyı sessizce tekrar aralıyorum. öyle şekerler ki! bir çocuğu bağrına basmak istercesine kucaklayası geliyor insanın. erkek tavşanı bizim bahçeye dökülen yaprakları toplamaya yollasak ordan mahcup ve üzgün bi yüz ifadesiyle aramıza döneceği kesin. bir zamanlar kaderin sürekli muhafız bekçiliği yaptığı ve rengãrenk çiçekleriyle gıpta edilen bahçemizin kanaatkãr kökleri birkaç kere kanla sulandırılmıştı maalesef. nasıl ki koçun gözleri bu acıklı sahneye tanıklık etmesin diye önceden bağlanır ve tekmeleyip duran ayakları da sıkı sıkıya bir iple birbirine tutulduysa; bizim güzel bahçemizin de eli kolu bağlandı bir nevi. dili tutuldu ve konuşmaz oldu. aileye verdiği itaatkãr yemini bozulur korkusuyla, sesini alıp koynunda beslediği o derli toplu mezarlara gömdü.
...
aynur’un titrek gölgesi yağmur gibi cama değil aksine duvara vuruyor hep. ona söylemiyorum yoksa kızacak. bu seferlik şu kazma duvarda çerçeveli resim gibi dursun. ona yakışan pozu ve güler yüzüyle beraber yeri gelince duvarın baş köşesine asacağım. ah aynur granüllü kahve gibi acı acı içimde eriyorsun sen de. oysa bizi yaşadıklarımız değil, gördüklerimiz öldürüyor be gülüm. varsayımlarla uçları birleştirilecek olan usturalı kemiklerine adli tıp uzmanları şöyle üstten bi bakıp; hãlã gülmekte olan dişlerinden kayıp yaşını ve kimliğini sorun çıkarmadan vermeni isteyecekler. oysa sen de biliyorsun önemli delillerin anında yok edileceğini. bi bez parçasıyla çeneni bağlayacaklarını ve giderken de yine susturmaya çalışacaklarını. aslında yanlış kişiyi deşip duruyorlar. cesedine değil, duvara sormaları gerekirdi önce. o kadar çok tırnağın-çentiğin izi kaldı ki. o kadar halet-i ruhiyetden ters yüz doğma çığlık. her kolonda, her bölmede hatıra resimleri gibi asılı kaldı. altında oturacağı taburesi yok. boynuna bağlayacağı yağlı urganla kendi yükünü taşıyabileceği sağlam bi tavan boşluğu, ya da beyin ölümünü gerçekleştirecek bi lamba. elinde taksiratı henüz affedilmemiş bir takım sabıkalı ve sakıncalı düşlerle aranızdan geçerken o müstakbel bayan duvara hacimli son bi kez tükürün ve deyin ki:
’daha önce tanışmış mıydık sizinle madam? sanki gözüm ısırıyor sizi bi yerden ama çıkaramadım bağışlayın!’
-yanlışınız var sinyorina! gözlerimden değil, beni ellerimden sormalısınız! size anlatacaktır saçlarında kaç k.ayıp cesedinin s.olduğunu.
...
korkarım ki Frau Wolf seneye de çarmıha gerilmiş bir İsa heykelini duvara çakacak. insanlar günah çıkarmak pahasına ölüme gönüllü adanmış bir kurbanı aralarında oy birliğiyle seçip, ruhunu hakk’a teslim ettikten sonra da tapmaya başlarlar bu sefer. Tanrı da İsa ’yı her sene bu zamanlarda göğe çekip, insanları bu ulvi olaya şahit olsunlar diye etrafına topluyor işte. içime kıymık gibi batıp duran şeyler var daye! İsa’nın tahta üzerinde kıyılmış mangal yüreği gibiyim. ve kilisenin çanları tekeline bir cesedi daha almak için sabırsızlanıp duruyor. Allah’ın bir pazar günü de ne var ki çalmasın şu meret.
...
Yusuf gibi "yağmurları biriktirdim anne". ah Yusuf kınalı kuzum, meleğim! sen ki yüreğimde çarmıha çivilenen İsa’m gibisin. seninle hep sağnak yağışlı bir günde ve aynı durağın altında karşılaşıp duruyoruz. eğer "göğe bakma durağı" diye bir yer varsa o da kuşkusuz senin mahzun gözlerindir. canımın içi bitanem! biliyorum ki göğümde dal budak pare pare açan güneşsin!
...
Melek kızımızın Beethoven’ın dokuzuncu senfonisinden girip, Bach’ın Ave Maria’sından sağlam ayaklı bir nota tutturamamış olmanın kızgınlığıyla bir çıkışı vardı ki görecektiniz. bıraksaydık, tasmanya canavarına benzettiği babamı çiğ çiğ yiyecekti alimallah!..dokuz doğurdu kızcağız tepine tepine bağırmaktan . biri hayrına sustursun şunu allah aşkına. koçla birlikte can çekişiyor resmen. oysa babam ne boylu posluydu, ne de irikıyım ama gelin görün ki cüssesinin üstünde bir performans sergileyerek bizi şaşırtmaktan da geri kalmıyordu. Ahmet amcanın kaşla göz arası eline sıkıştırdığı çok cüzi bir rakamla bu işe talip olmuştu bir kere. o çukurlu yoldan eve dönüş yoktu bi daha. nerden bilsindi ki babam, her bir çizgisi bi hikãyeye açılan alnının ortasına çocukların katil damgasını vuracaklarını?.. normalde gözü tok ve sapına kadar onurlu olan babam, o gün galeyana gelip, hiç değilse bayram harçlığıyla ’çocukların gönlünü alırım’ umuduyla gururunu ayaklar altında çiğnedi ne yaparsınız ki. umut bazen de kirli ve yapışkandır. bunu taa o gün anlamıştık. babam nerden bilsindi? nüfusta baba adı Ahmet, ana adı Esma diye kayıtlara geçen Melek adının taaa alamanya’da gurbet ellerde yastığa baş koyarken, memlekette kendi uykusunu ortadan ikiye bölüp; uzaktan uzağa ettiği beddualarla kãbus gibi her gün üstümüze çörekleneceğini. nerden bilsindi babam? değil Melek, feleğin işi olmalıydı bütün bunlar.
...
babam kürekle kazmayı eline almış su yoluna benzer küçük bir havzayı açıp, ordan hayvanın kanını akıtmayı düşünüyor. saygıdeğer koçumuz ruhunu yukarıya havale eder etmez muhterem ’ya bismillah!’ deyip bir iskele kurarak, kadavrayı o cılız bacaklarından dar ağacına asıp taze derisini yüzebileceği rahat pozisyon arayışlarına girecek. annem de yününden yastık yapacak büyük ihtimalle. bizim evdeki yastık ve yorganlar da zaten ya bir koyunun ya da bir koçun yünündendir. bizde çöpe kolay kolay bir şey atılmaz yani, annem kelle-paça hepsini pişirip yediriyor bize sağolsun. bağırsaklarını da iyice temizleyip, on kere kaynar sudan geçirdikten sonra leziz bi işkembe çorbası yapıyor ki tam ağzınıza layık. ben de parşömen derisine öykünür dururum böyle. ne garip şu insanoğlu. biz daltonlar buğulu bir camın ardında ayakta dikilmiş öyle gözümüzü hiç kırpmadan pür dikkat; aylardır evine bir lokma et girmeyen bu garibanın boğa gibi yerde güreşip kan ter içinde kaldığı şu perişan durumundan biran önce kurtulup, hayvanın yağlı postundan kilolarca et çıkartıp tepsi dolusu eve getirmesini bekliyoruz. bizi teselli eden de işte buydu!..hayvancağızın satırla doğranmış kaburgalarına hepimiz talipdik. koçun sağlam tarafı yani pirzola kısmı malum, beyzadelere ayrılıyordu. malın iyisini onlar götürüyordu...
...
hayvancağız ruhunu Azrail’e teslim etmedi henüz. hani denizdeki bir balık solungaçlarındaki kılcal damarları sayesinde sudaki çözünmüş oksijeni alıp, vücuttaki karbondioksiti suya bırakır ya, işte bu hayvanın burun delikleri de tıpkı balığın dolgun dudağı gibi bir açılıp, bir kapanıyor. öyle soluk ve gevşek nefes alıyor ki bir ayağı düzlükteyse, bir ayağı da bu çukurda. yüreği kaç basınçla vuruyor allah bilir. onu öyle görmek acı veriyordu. daralan çemberde hepimiz kapana kıstırılmıştık sanki. kurbanın gözleri bir süre fıldır, fıldır kendi etrafında döndükten sonra bir daha açılmamak üzere kapandı. son çırpınışlarından, hayata kısa süreliğine gelmiş olmanın pişmanlığı okunuyor gibiydi.
oysa ben içimde hãlã kibrit çöpü kadar yer kaplayan bir umut kırıntısıyla, babamın Bardamu gibi mangal yüreğiyle kendini meydana atıp "kimseyi öldürmeyi istemiyorum!..ben zaten kavga işlerini de hiç sevmedim, barış zamanında bile..." demesini bekliyordum. her şey için artık çok geçti. babamın eline tarlayı sürmesi için tavşanın hasırlı sepetindekine benzer bir tırpan ya da bir canlının ruhunu uykuda bile rahatlıkla böleceği güçte ve işkenceyle hakk’a kavuşturmak babında bir satır ya da bıçak gelişi güzel tutuşturulup, altından kalkamayacağı ağır bir vebãlle de boynunu bağlamışlardı. talihi kapalı kara alın yazısının kılıçlı muhafızı gibiydi babam...
Céline de diyor ya hani "bu tür cürümleri işleyen kişi genellikle yoksuldur ve bu zaten başlı başına vahim bir utanç vesikasıdır!" şehirde değil de köyde olsaydık ya davarları güdüyor, ya da teke sakallarını yoluyor olurdu şimdi babam. oysa sert bıyıkları ve çatallaşmış yüreğiyle birazdan, deyim yerindeyse divanıharp’ten çıkmışcasına; şu kapıdan içeri girip hiç bozuntuya vermeden dosdoğru banyoya kapaklanıp, lavaboda gazi musluğun bozuk sesi eşliğinde; dakikalarca üstüne sıçrayan kanın izlerini yok etmeye çalışacaktı beyaz bir sabunla. ne de olsa kurbanın yürek atışlarını bahçedeki hortumla gözlerinde nasıl pompalandığını ona bakarken görmezden gelecektik. aşağı yukarı hüzünlerle anlaşmamız hep bu yöndeydi. üstüne su geçirmez etten bi duvar örmek ve etrafını uzun boylu çitlerle çevirmek. bütün bu olanlara rağmen ısrarla kimseye hissettirmemeye kararlıydık biz. çünkü bizler bu şölenler için biçilmiş kaftandık ve tıpkı kurbanlık koyun gibi hepimizin gözleri sımsıkıya bi tülbentle bağlanmıştı. adaklık koçtan aşağı kalır bi yanımız yoktu yani. efendime söylim velhasıl, koçun "kayış gibi etinden de bizimkinden daha fazla rostoluk malzeme çıkmayacaktı" anlaşılan...
...
göğün ağaran tanyerini kurusıkıyla ateşleyip, uçuracağım düşler vardı daye. kurşunların havada arka arkaya sektiklerini görüp boş kovanları yerden toplayacaktım kimseye zarar vermeden. Aynur’un avuçlarıyla açtığı tümseğin üstüne oturarak babamı seyredecektim ellerimi çenemde bağlayıp. ’seni harcıyorlar baba! bu oyunlara gelme!’ diye avazım çıktığı kadar bağıracaktım. nafile babam duymayacaktı beni. serkeş sesimi yalnız muhtelif duvarlar yutup, kimsenin beni duymayacağı uzak bir yere salıp götürecekti. ha bir de bu kaygan toprağa borçlu kalacaktım üstelik. bir fıskiye akıl olsaydı bende bıçağın altına sere serpe uzanır, babamın eline marazi kanı bulaştırmazdım.
...
n’apalım? sen derdine yan dur meleğim! burnunun ucundaki nah şu kadarcık siğiliyle cadalozun teki bi peri masalından çıkıp gelmeyeceğine ve babacığımı da çirkin kurbağaya çevirmeyeceğine göre bu demektir ki babam, yüreğimin baş köşesinde yakışıklı prens gibi tahtını kuracaktır her zaman.
...
aynur’a tümsekli bi çukurdan sesleniyorum. beni duymuyor. duysaydı güneş açardı kesin...
mutfağa gidiyorum. bu arada annem kuyruk yağını küçük küçük doğrayıp buzluğa atıyor. soğan, domates ve sarmısak üçlüsünün sivrisineksavar deodorantlarına eş değerdeki kokuları altında kıyacağım bazı şeyler var. onlar için de zor. elden ele dolaşıp, tezgãhta ve sivri bıçak sırtına yansıyan ekşimiş bir suratla yüzleştikten sonra, üzerlerine doğrulup hıncımı alırcasına sürekli doğradığım şeyler olacak. her seferinde kıymık gibi içime batıp duran ve cımbızla tutup çıkaramayacağım şeyler yani.
bugün cuma’nın ertesi. ’ay karanlık’. duvarlarla röveşata yapıp geldim ve dünya kaldığı yerden dönüyordu alışılageldik. bahçedeki mürettebat son hazırlıkları yapıyor, mezbahaya dönen elma ağaçlarından ve asma üzüm yapraklarından kurbanın anatomik yapısını incelemek üzere sağlığı yerinde bi kan örneğini alabilmek için mızmızlanıp duruyorlardı vatanperver topraklarında. bizden iyi cenaze levazımcısı çıkardı ya hadi neyse.
...
siz en iyisi hüzünsavar losyonlar sürün mösyö...
p.s: ilham kaynağım Aynur Engindeniz’e sevgilerimle...