3
Yorum
1
Beğeni
0,0
Puan
601
Okunma

Basınımızdan hatırlayabildiğim ilginç yazı dizilerinden biri de “Nadir Nadiye Mektuplar” Olmaktadır. Aynı zamanda İttihat ve Terakki hareketinin önde gelen isimlerinden Cemal Paşa’nın torunu olan Gazeteci-yazar Hasan Cemal’in bir dönem kaleme aldığı yazılarıdır. Hatırlayanlarımız olacaktır. Cumhuriyet gazetesinin kurucusu Yunus Nadi’nin oğlu ve bir dönem sahibi durumunda bulunan Nadir Nadi’nin 1991 senesinde gelen ölümü üzerine gazetede genel yayın müdürü Hasan Cemal ile diğer bazı yazarlar arasında çatışmalı bir dönem yaşanacaktır. Bu dönemde bazı önemli yazarların gazeteden ayrılmasını takiben Hasan Cemal o tarihte artık hayatta olmayan Nadir Nadi’ye yukarıda sözünü ettiğim mektuplarını yazmak suretiyle başta İlhan Selçuk olmak üzere diğer bazı yazarlar hakkında şikâyet ve yakınmalarda bulunur. Bu dönem Hasan Cemal’in Cumhuriyetten ayrılması ve diğer yazarların gazeteye dönmesiyle sona erer.
Yıllar geçtikçe Hasan Cemal’in gerek Cumhuriyet gazetesinde geçirdiği yılları, gerekse yakın tarihi konu edinen muhtelif yazılarına rastgeliriz. Şimdilerde "T 24" Yayın organında yazmakta olan ünlü gazetecimiz dönem dönem yakın tarihimizden cunta manzaraları sunmaktadır. İşin ilginç yanı yer yer kendisini de meslek hayatındaki ilk dönemleri dairesinde bu tip hareketlere dâhil etmektedir. Bu tip yazılarında bir dönemin Devrim gazetesi ve öncesinde 1960’ların meşhur “Yön” Hareketini karşımızda buluruz.
Gerçekten de sol kesimde bir devrin birincil siyasi-ideolojik hareketi Yön olmaktadır. Döneminde Kemalist-sol bir ihtilal anlayışının mutfağıdır hani. Başta Doğan Avcıoğlu dergi muhitinde öne çıkan bir isim olmaktadır. Yön’cülerin bayrağını taşıdıkları kavramsal çatı Milli Demokratik Devrim olmaktadır. MDD’ciler Kemalist devrimlerin sosyalizme dönüştürülmesi üzerinde durmaktadırlar. Hareketin mensuplarının temel argümanları arasında 27 Mayıs ihtilalinin doğurduğu sonuçlar itibariyle yetersiz kaldığı hususu da bulunmaktadır. Dolayısıyla yeni bir ihtilalin gerekmekte olduğu öngörülecektir.
Yön dergisi giderek devrim gazetesine dönüşür. Yazılarda halka ve sandığa inanılmadığı “cici demokrasi” Vurgusuyla kendini belli eder. Yazarlar demokrasinin bir oyun olduğu üzerinde dururlar. Mevcut partiler ve yapılan seçimlerle bir yere varılamayacağı ve devrimden başka çare olmadığı yinelenir. Peki, asker ve sivil mensupları olan zümre bir cunta hüviyetinde midir? Burada cunta kavramı üzerinde durmalıyız. Cunta, yönetime kuvvet kullanarak el koyan askeri ya da siyasi grup şeklinde tanımlanır. Bir ülkede ihtilalle veya askeri bir hükumet darbesiyle iktidarı ele geçiren mahdut sayıdaki kişilerden meydana gelen ve mensupları da umumiyetle subaylardan olan yönetici grup biçiminde de değerlendirilir. Ya da devlet yonetimini zorla ele geciren, genellikle ordu kokenli ve destekli bir kac kisilik yonetici, baskici grup tanımıyla karşılaşabiliriz.
Bu tip siyasi hareketlerin belirli bir psikolojik yapısı da vardır. Ülkenin ve halkın menfaati düşünülür. Ancak kullanılan araçlara baktığımızda halk için, halka rağmen vurgusu bizleri karşılar. Amerikalı ünlü öykü yazarı Jack London’un “Cinayet Şirketi” Adlı romanı aklıma gelir. Romanda, tamamen halkın menfaatlerini gözeten ve toplumcu perspektifi olan bir komite tasavvur edilmektedir. Sözgelimi, bu örgütten bir kişinin ortadan kaldırılması talep edildiğinde komite önce durumu inceler. Öldürülmesi istenen kişinin yaşaması topluma zararlı mıdır? Hani bizdeki bir eski deyişle vücud-u muzır mıdır? Yani romana konu olan cinayet şirketi öldürülmesi istenen kişiyi hemen öldürmemekte, önce dosya incelemesi yapmaktadır. Şüphesiz yazarın ironik bir vurguyla bu tip örgütsel oluşumları karikatürize ettiği değerlendirmesine de rastgelebilirsiniz.
İşte tam da bu noktada 27 Mayıs ihtilalinin önde gelen ismi hatta hareketin gerçek lideri olarakta tanımlanan Cemal Madanoğlu ve dönemin ünlü gazeteci ve yazarlarından Doğan Avcıoğlu’nun asker ve sivil kanadın başını çektiği hareket bir gizli örgüt biçimini almaktadır. Yukarıda da belirttiğim gibi halka ve meşru seçimlere inanılmaz ve yönetimi müdahaleyle ele geçirmekten başka çare olmadığı düşünülür. Şüphesiz, tüm bunlar halkın yararı düşünülerek tasarlanmaktadır. 9 Mart 1971 takvimli bir ihtilal amaçlanmaktadır. Asker-sivil nitelikli kadrosu olan örgüt bazı kuvvet komutanlarını da yanına almış görünür. Bu kuvvet komutanlarına kurulacak ihtilal hükümetinde başbakanlık ve bakanlık gibi görevler verilecektir. Ancak son anda rüzgârın esiş yönü değişecektir. İlgili kuvvet komutanları karşı tarafa geçer. 9 Martçılar tasfiye edilir ve 12 Mart muhtırası gerçekleştirilir. Yani sol cunta elimine edilirken, sağ cunta sahne almaktadır. Devrim hazırlığındaki subay ve siviller tutuklanır ve yargılanır. Madanoğlu davasının beraatle sonuçlanması kimi zaman yargılananların suçsuzluğuna delil sayılsa da, işin ucunun ordunun üst kademelerine kadar varacağı endişesiyle dosyanın kapatıldığı değerlendirmeside karşımıza çıkabilir.
Yine, ihtilalcilerin sivil kanat lideri Doğan Avcıoğlu’nun yaklaşımları üzerine Hasan Cemal’in bir yazısında verdiği ilginç bir örnek de vardır. Bilindiği üzere 1971’de bir Latin Amerika ülkesi Şili’de yapılan seçimleri Salvador Allende’nin liderliğinde sosyalistler kazanır. Hiç şüphesiz dünyanın her yerinde olduğu gibi bizde de sosyalist çevrelerde coşku uyandıran bir durumdur bu. Ancak bu coşkuya Doğan Avcıoğlu pek sıcak bakmamaktadır. Avcıoğlu’nun çevresine yaptığı tavsiye enteresandır. Şili’de sosyalistlerin sandıktan çıkması ülkemiz şartları içerisinde bizim mücadelemize uyan bir model değildir. Bizde sosyalist bir parti sandıktan çıkarak iktidar olamayacağına göre reel propaganda açısından müsait durum sağlamayan Şili örneğini kullanmayın diyecektir.
Bir bakıma mantıksız bir yaklaşım olarak gözükmeyebilir de. Hatta Doğan Avcıoğlu’nun ekonomik, siyasi ve tarihsel incelemelerini yapmasını mümkün kılan analitik kafa yapısı akla gelebilir. Bu konuda dikkat çekici bir tanımlama 12 Mart muhtırasının kuvvet komutanlarından Muhsin Batur’a aittir. Doğan Avcıoğlu’nun tüm kitaplarını okuduğunu teorik bazda yaklaşımlarını, teşhislerini paylaştığını ancak çözüm bölümünün kocaman bir boşluk oluşturduğunu söyler. Yine Uğur Mumcu, Doğan Avcıoğlu tek başına bir üniversite gibiydi demektedir. Bu yönden aldığımda farklı şartların adamı olduğunu düşünürüm. Sözgelimi bir batı ülkesinde cuntacı bir kimlikle değil de önde gelen bir akademisyen olarak karşımıza çıkamaz mıydı acep? Ya da ülkemizde darbelerle ve ihtilallerle örülü olmayan bir devrin adamı olarak çok daha verimli bir aydın olabilir miydi? Kimbilir, belki de.
Fakat hemen söylemeliyim ki, bu ve benzeri tanımlamalar Avcıoğlu’nun cuntacı kişiliğinin sorgulanmasına engel teşkil etmez. Tamam, kendi hesabıma yazarın “31 Martta Yabancı Parmağı” Adlı kitabını ilgiyle karşıladığımı söylemeliyim. Gerçekten de resmi tarih tarafından gerici ayaklanması vurgusuyla ele alınan rumi takvimle 31 Mart 1325 hareketinin dış nedenleri üzerinde duran ve ayaklanmanın İngiliz provakasyonu olduğunu belgeleyen yazar önemli bir araştırma yapar. Elbette yaklaşımında haklıdır da. Ancak Avcıoğlu’nun batı emperyalizmine karşıtlığı bu belgelemesinde ayırıcı bir noktadır. Gerici ayaklanması tanımlamasının dışına çıkarak İngiliz siyasetine dayalı açıklamalar yapmaktadır. Açıkçası, Doğan Avcıoğlu’nun mentalitesiyle gidersek bu araştırma ideoloji ve propaganda bazında uygun bir örneklem oluşturmakta ve araçsallık sağlamaktadır.
Demek ki, Doğan Avcıoğlu’nun rasyonel tahlil ve seçimleri cuntacı ve devrimci siyasi kimliği içerisinde birer vasıta olarak durmaktadır. Konu seçimi dikkate değerdir. Sözgelimi, Türkiye’ye karşı bir Sovyet provakasyonunu belgelemeye dönük bir incelemeyle de karşımıza çıkmamaktadır Bu tip hususları soğuk savaş dönemi konjonktüründe düşünmek gerektiğini söylememe ise bilmem gerek var mı?
L.T.