10
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
893
Okunma


Öteden beri lugatımızdan düşmeyen bir kavram vardır. İnsaf. Vikipedi kaynaklı tanımlama “Kişide, adalet duygusunun ve mantığın yönlendirdiği vicdan, merhamet” Şeklindedir. Genellikle insaf et! Vurgusu dairesinde karşımıza çıkar. Hükumetlere, rutin siyasete bağlı bir öge olmamakla beraber öteden beri siyasi alanda da kendini gösterdiği söylenebilir. Bir bakıyorsunuz; insaf yahu! Şeklinde ünleyen biri karşınızdadır. İnsafsızlık eğiliminin kendisi değilse bile algılanışı subjektif kriterler etrafında tezahür edebilmektedir. Bir alandaki hassasiyet bir başka alanda aynı ölçüde cereyan etmeyebiliyor. Yahut tatbikatı kişiden kişiye, sosyal kesimlere göre değişebiliyor. Açıkçası değer yargılarına göre biçimlenebiliyor. Ne çare ki, bu alandaki zaaflar etki tepki, ifrat tefrit mekanizmalarını işletebilmektedir.
Kafa yapısı üzerinden meseleye eğilmek gerektiği düşüncesindeyim. Duygusallık ağır basıyor, akılcılık zayıf kalıyor. “İlim bilmektir, ilim kendini bilmektir” Sözünün hükmünü salt bireysel dünyamızla değil toplumsal düzlemde de ölçüp değerlendirmemiz, değerlendirebilmemiz nerede durduğumuzu belirlememiz gerekmez mi acep?
Mesela bilinçli sevmeyip, Allah’ına kadar şeklinde tabir ettiğimiz bir tür sevme tarzımız var. Bu tarz sevgi terennüm edenler bir de bakıyorsunuz sırtlarını dönmüşler bile. Yoksa dirsek mi çevirirler? Demem odur ki, kırılgandırlar, alıngandırlar. Habire kucağınıza alıp pışpışlamanız icap edecektir. Günlük güneşlikken yağmura çevirirler. Anlaşılan o ki, tekin olmayıp güvensizdirler.
Ego ağır basar. Bencillik, nefis, menfaat güdüleri öne çıkar. Böylelerin hayatında birincil öge işine gelip gelmemesi ya da hesebına uyup uymamasıdır. Bu tip yapıların menfaatı varsa es geçmeyeceği, üzerinden atlamayacakları parametre olmamaktadır. Birdirbir atlamak çocukluk alışkanlığıdır.
Nalıncı keseri misali kendine yontma eğilimi vardır. Bu eğilim fanatik olunan alanlarda nükseder. İlgi duymadıkları alanlarda kendini göstermez. Hatta o alanlarda benzer eğilim gösteren, tutum sergileyenleri kendilerine bakmadan hayretle karşılar, eleştirirler. Nedeni çok basittir. Bizim önemsememiz önemlidir. “Fark ettiniz mi; otomobil kullanırken sizden yavaş giden herkes aptal, sizden hızlı giden herkes de manyaktır” Sözünün hükmüdür sergiledikleri psikoloji.
Kanımca, futbol fanatizmi çok öğreticidir. Salt o fanatizmi duyanlar için değil, her türlü fanatizme kapılanlar için derim. Bazen statlarda tribünler yakılıp yıkılır. Yahut koltuklar sökülür. Bir bakarsınız, dolmuşta ön koltukta oturan yolcu şoföre kendi takımının seyircisine ve eylemine sahip çıkarak; canım stat bizim değil mi sökeriz de, takarız da deyiveriyor. İnsan psikolojisi enteresandır. Kaptırıp gitmeye görsün. Nasılsa söze ne kira alınıyor, ne vergi kesiliyor. Bazen müdahale etme gereği duyarsınız. İnsanın, bakın! Samimiyeti severim, laubalilikten hoşlanmam diyesi gelir.
Ya da siyasal alanda karşımıza çıkan bir davranış kalıbı akıllara gelebilir. Herhangi bir partiye duyulan kör parmağım gözüme tutkunluk. Japon yapıştırıcısı misali öyle bir yapışır ki, kopamazsınız.
Yine her tutkunun kendince sebebi, haklılığı hiç bitmez. Günümüze mahsusmuş gibi eleştiririz ama insanoğlunun genel putlaştırma, ilahlaştırma eğilimini de yabana atmamak gerekir. “Lat, Menat, Uzza, Hubel” İslam öncesi Arapların Cahiliye dönemi putlarına ad olsada gerçekte bir zihniyete karşılıkta gelir. Farklı kültürlerde türlü mitler, ikon’lar yok mudur?
Ünlü şairlerimizden Yahya Kemal’in “Bergama Heykeltraşları” Adlı şiiri de dikkat çekici anlamlarla yüklü anlatımlara sahne olmaktadır. “Heykeltraş demek o zaman putperest imiş.” Mısraını bir sanat insanından pekte beklemeyiz değil mi? Öyle ya; heykeltraş bir sanat ve meslek erbabıdır. Şair, hayatı üzerinde durduğumuzda mitoloji ilgisi ve birikimiyle de karşımıza çıkabilir. Öyleyse bu alana karşılık düşen sanat dalları ve biçimlerini olumsuzluyor olamaz.
Bu dize bana İslamiyetin ilk dönemlerine ait bir argümanı da hatırlatır. Meşhur “Hacer ül Esved” Taşı hakkında Hz. Ömer’in “Biliyorum ki sen faydası ve zararı olmayan basit bir taşsın. Allah Resulü’nün öptüğünü görmeseydim seni öpmezdim" Demesi ilgi çekici bir örnek olmalıdır. Kimi zaman “İslam’da Resim ve Heykel Yasağı” başlığı altında farklı yönlerde görüş sahibi insanlarca değişik biçimlerde örneklenir. Konunun bamteli belki de değer verme ile putlaştırma arasındaki farkta yatmaktadır. Dikkat edersek peygamberimizden hareketle Hacer ül Esved taşının saygınlığı vurgulanmakta ve burada bir putlaştırma mevzu edilmemektedir.
Yine Tevfik Fikret’in “Tarih-i Kadim” Şiirini de bir bütün halinde farklı açılardan değerlendirebiliriz. Ben kendi hesabıma kimi şiirlerini o denli beğendiğim ünlü şairimizin izafi ile mutlak ayrımında sınıfta kaldığını düşünürüm. Ancak upuzun şiirin “Beserin böyle delaletleri var putunu kendi yapar kendi tapar” Dizelerini inkâr etmek kabil midir? Hatta şiirin bütünlüğünden koparıp almak pahasına ölçmemiz gerektiği düşüncesindeyim.
Son dönemlerde sayın Cumhurbaşkanı’mızın sevmek ya da lider olarak benimsemek unsurlarını da aşan bir tapınmaya konu edildiği öne sürülebiliyor. Gerçeklik payı var mı dersiniz? Vaktiyle bir milletvekilinin “Allah’ın bütün vasıflarını üzerinde toplayan bir lider” Tanımlamasını salt çıkar, menfaat güdüsüne bağlı almak, madrabaz herif be ya! Şeklinde geçiştirmek kolay olmasa gerek. Ya da henüz hayatta ve görevde olmasına bakmadan ata olarak tabir etmek hakkaniyetle bağdaşan bir hüsnüniyet midir acaba?
Gerçi buna mukabil; Kemalist jargonun da Atatürk’ü putlaştırdığı hususuna değinilebilir. Aynı şey değil diyen dostlarımıza örnekler getirmek mümkündür. Ünlü şairlerimizden Behçet Kemal Çağlar’ın, Süleyman Çelebi’nin meşhur “Mevlüd-ü Şerif” Adlı eserini Atatürk’ün hayatına uyarlaması akla gelebilir. “Ger dilersiz bulasız oddan necât, Mustafâ-yı bâ Kemâl’e essalât, Ol Zübeyde, Mustafâ’nın ânesi, Ol sedeften doğdu ol dürdânesi!” Şeklinde resmetmesi apaçık bir dinselleştirme değil de nedir?
Daha önce de bir yazım vasıtasıyla belirtmeye çalıştım. Dinsel olanla dinsel kılınanı birbirine katarsanız işin içinden çıkılmaz bir hal alır. İşin ilginç yanı, bizde kimi düşünce sahipleri dinsel olanı taassup sayarken dinsel kılınana gevrek gevrek gülebiliyor. Sonra bir bakıyorsunuz; Türk tarihi 1923’den bu yana indirgenmiş bile. Hemi de koca Atatürk’e rağmen. Tarihimizi binlerce yıl olarak ölçen Atatürk hiç kuşkunuz olmasın Osmanlı’nın yüksek zamanlarını da hiçe saymazdı. Elbette Osmanlı’nın yıkılıp, Cumhuriyetin kurulma süreci o dem bir eski yeni karşıtlığı uyandıracaktır. Maalesef bu durum Atatürk merhumdan sonraki dönemde kutsiyet kazanır. Hani bir devrin politik hususiyeti de dinselleştirilir. Devrî olan bir durum örfi bir husus kılınır ki sonuçları hazindir. İzafi düzlemde alınabilecek siyasi ihtilaf figürlerinin muhakkak bir zıddiyet ve husumete dönüştüğü, dönüştürüldüğü söylenebilir.
Peki, Atatürkçülüğün kimi şair ve edipler kanalıyla dinsel bir Atatürk imgesine büründürülmesinin evveliyatı nerelerde aranmalıdır? Tanzimat edebiyatımızın önde gelen isimlerinden Şinasi’nin devrin devlet adamlarından Mustafa Reşit Paşa’ya hitaben yazdığı kasidenin sınır tanımaz bir övgüye dönüşmesi de enteresan değil midir? Büyük Reşit paşa bir sadrazam olarak türlü hizmetler veren bir kişilikten öteye adeta bir din ulusu ya da insanlık tarihinin en büyük kişiliği gibi de sunulabilmektedir. Fahr-i cihân-ı medeniyet, medeniyyet resûlü, âyet-i beyine gibi tabirler Reşit paşa için rahatlıkla kullanılabilmektedir.
Hani derim ki, türlü zihni bozukluk ve hastalıklarımızın sebebini Tanzimat devrinde bulmak, tanı koyabilmek mübalağa olmayacaktır. Bazı edebi eserler üzerinden nerede duracağını bilmeme, bir dur durak noktasından yoksunluk ögeleri teşhis edilebilir. Bu hususlar farklı motiflerle bezeli yüceltme biçimlerine dönemin jargonu dairesinde bürünebilmekte, dönüşebilmekte ve kuşaklar üzerinde etkili olabilmektedir.
L.T.