5
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
696
Okunma

Nazım Hikmet…
Bir sanatçının, edebiyat insanının kelebekler, çiçekler, aşk, meşk kavramlarına sürgit gönderme yapan eserler vermesi onun aşağı yukarı herkes üzerinde benzer duygular uyandırmasını mümkün kılabilir de; ideolojik-politik ögeleri sanatına yedirmek suretiyle bireylere, topluma ve giderek genişleyen halkalar halinde insanlığa sunan bir isimse sevenleri kadar sevmeyenleri de gündeme gelecektir. Bu ise dostları ve düşmanları arasında paradoksal düzlemde bir iletişim ağı tesis etmeye müsaittir.
Bu durumun yeryüzünde en uç örneklerinden biri Nazım Hikmet olabilir mi acaba? Öyle ya algılanışı, hakkında yapılan değerlendirmeler tezat oluşturmaktadır sürekli. Hiç kuşkunuz olmasın bu bir tesadüf değildir. Ve her zaman bir ihtimal daha vardır. Bu bağlamda ünlü şair hakkında yapılan müspet ve menfi değerlendirmeleri yabana atmam hiçbir dem.
Bir iyi bir de kötü haberim var size ikileminde once kötüyü mü zihin çağırıyor bilinmez de; hayatının, düşünsel yaşamının önemli bölümü bolşevizm, stalinizm gibi kavramların şemsiyesi, etkileşim ağı içerisinde geçer. Stalin iktidarda iken onu yüceltir, devrildikten sonra karşı çıkar. Hani, Kruşçev döneminde Rusya sistem olarak Stalinizme cephe alınca ancak yerer Stalin’i.
Demem o ki, sosyalizmi Sovyet Rusya hayranlığına indirgemeyen ender isimler arasında yer almadı, alamadı. Bunu yapabilse asıl devrimci o zaman olurdu belki de. Sovyetlere karşı çıkan yine de sosyalist olan, olabilen olsaydı hani.
Kuşkusuz bir şairi veya insanı heleki ölümünden sonra olduğu gibi almak ve nesnel ölçülerde değerlendirmek gerektiği haklı olarak söylenebilir. Bu cümleyi düşerken hakikat duygusu kadar, değerli fikir insanlarının sergileyebileceği şüphesiz haklı itirazların aklıma gelmemesi mümkün mü? Şu kadar ki, ideoloji hayatta her şey değildir. İnsanın ontolojik boyutta, yaradılış ekseninde değerlendirilmesi de gerekir. Nazım Hikmet’te bu gerçeğin dışında değil bence.
Bunun gibi vatana ihanet kavramınında bir gerçekliği olmakla beraber konjonktürel yanı da yok değildir. Sözgelimi bu konuya karşılık gelen zaman dilimi 20’inci asrın ilk yarısı gibi dünya savaşları ve totaliter rejimlerle örülü bir çağı önümüze koymaktadır. Dolayısıyla kişilerin bireysel varlığını da aşabilen rijit, sert bir karaktere haiz olmalıdır. Yine vatana ihanet kavramının geçen yüzyılın bütününde kapitalist ve emperyalist bir yapılanma ve onun yerleşik çıkarlarıyla ters düşülmesini kapsadığını da göz ardı etmemek gerektiğini düşünüyorum.
Eski doğu bloku sisteminde ise kavramsal karşılığın halk düşmanı şeklinde tezahür ettiği söylenebilir. Mesela Rus edebiyatının değerli yazarlarından biri olan Soljenitsin’in, Stalinizmi eleştiren ve çalışma kamplarının iç yüzünü ortaya koyan romanları dolayısıyla ülkesinde siyasal olarak negatifte görüldüğü sözgelimi karşı devrimci olarak karşılandığı bir dönemden söz edilebilir. Oysa sosyalizmin Gulag hapishanesine indirgendiği koşulları ortaya koymaktadır. Tıpkı bir başka seçkin kalem Pasternak misalidir. Bu tip yazarlar Stalin karşıtlığı dairesinde ülkelerinde ötekileştirilir.
Bizde o evrelerde genel olarak sağ kesim bu tip isimleri daha sıcak karşılarken sol çevreler Sovyet Rusyaya olumlu baktıkları ölçüde Pasternak, Soljenitsin gibi yazarlara mesafeli bakacaktır. Bu hususla ilişkili olarak kişisel diyaloglarımda karşılaştığım bir durumu da paylaşmak isterim. Öğrencilik yıllarımda Çek yazarı, 68 Prag Baharının mimarlarından Jiri Pelikan’ın “Doğu Avrupa’da Sosyalist Muhalefet” adlı eserine temas ettiğimde karşımdaki insanın Doğu Avrupa’da muhalefet beni ilgilendirmez dediği gelir aklıma.
Burada algılama hatası şudur dostlar: Bir başka rejimde sağ-sol kavramının şekillenmesi buradan göründüğü gibi anlaşılmamalıdır. Buradan bakıldığı zaman sağ zannedilen farklı bir rejimin soludur. Bir bakıma fizik bir hadiseyi çağrıştırabilir de. Hani, yanyana sıralanan insanların kendilerini sağda ya da solda tarif etmesiyle bizim durduğumuz yere gore sağ veya solda tanımlanmaları arasındaki fark misalidir.
Bu çerçevede, Soljenitsin Stalinizme yani Sovyet Rusyanın o dönemki yerleşik siyasal yapılanmasına muhalif tavır takınması bağlamında soldur. Oranın soludur. Oysa soğuk savaş döneminde kapitalist dünyada Sovyet ve stalinizm sempatizanı yapılar nezdinde Stalin karşıtlığı dünyanın her yerinde olduğu gibi Sovyetler Birliğinde de faşizan karşı devrimci bir anlayış sayılmaktadır. Tam da bu noktada daha farklı bir argüman sunmak istiyorum. Sovyet tarihinde Lenin devrimci, Stalin ise gerçekte karşı devrimcidir. Dolayısıyla Stalinizm karşıtlığı Marxizm-Leninizme daha uygun düşer kanımca.
Yıllarca batı bloku ve ülkemizin Marxist düşünsel yapıları Sovyet NKVD ya da Çeka teşkilatının arşivlerinde karşı devrimci olarak kodlanan aydın veya bürokratları, teknokratları faşist karşı devrimci saymakla hataya düştüler vesselam. Onların çoğu o rejimin devrimci sosyalistleridir halbuki. Demem o ki, Lenin ve Stalini eski Sovyet sisteminde farklı konumlandırmadan orada sağ kim sol kim, devrimci karşı devrimci kim fikir yürütmek mantık sınırlarını zorlar, zorladı da hep.
Birden asıl mevzudan hızla uzaklaştığımızı dehşetle fark ediyorum. Nazım Hikmet’i konjonktürel bir vatan hainliği kavramlaştırmasına hapsetmeden niçin Sovyet Bolşevizminin yandaşlığına sürüklendiği üzerinde de durmak gerektiğini düşünüyorum.
Açıkçası bu sorunla ilişkili olarak psikobiyografisinin de yazılması gerekir kanaatimce. Annesi ki, ilk kadın ressamlarımızdan Celile hanımdır. Evet Celile hanımın babasından ayrılıp ünlü şairlerimizden Yahya Kemal ile nişanlanması on dört onbeş yaş zamanına karşılık gelmektedir. Üvey babaya karşıdır çocuk çağında. Açıktır ki, dünyanın her yerinde çocuk veya ergen psikolojisinin olası tezahürü karşımızdadır. Hatta bir gün evlerine gelen Yahya Kemal’in pardesü cebine bir not bırakacaktır. Notta "hocam olarak girdiğiniz bu eve babam olarak giremeyeceksiniz" demektedir.
Nazım, ergenlik ve gençlik evresinde ailevi yaşamında bir alt üst oluş yaşıyor anlayacağınız. Öyleki hayatı boyunca rüzgâra tutulmuş yaprak misali oradan oraya sürüklenmesi bundandır derim. Romantizmin girdaplarında savrulmak pahasına hem de. Şimdi efendim sorulmaz mı, askeri okulda okurken neden Rusyaya yollanır? İlerici bir dünya görüşü adına mı? Osmanlının son evresinde bizde batılılaşma cereyanlarına alabildiğine açık okullardan biri tıbbiye ise bir diğeri harbiye değil midir? Bu tarz bir eğitimi bırak; ilerici olmak, aydın olmak adına Sovyet Rusyaya git. Bu bir sürüklenmedir beyler!
Elbette üstte arz ettiğim biçimde akıntıya kapılmış dal parçası ya da rüzgâra kapılmış yaprak misalinden hareketle gerçekliği yitirmemek, olgusal ve iradi ögeleri dışlamamak kaydıyla.
Hani derim ki, bireysel psikolojinin sunduğu med cezir manzaralarını, yürekte kopan fırtınaları mübalağa etmek asıl olanı, realiteyi kaçırmak anlamı verecektir.
L.T.