6
Yorum
1
Beğeni
0,0
Puan
975
Okunma

Osmanlı’nın batı dünyası üzerindeki psikolojik etkisinin devirlere göre değişim gösterdiği söylenebilir. Kuruluş devresinde Balkanlardan ve Rumeli’den sökülüp atılmaya paralel bunun olabilirliği duygusu hâkimdir.
Yükselme devrinde muhakkak bir Türk gücünün kendisini duyurmasıyla birlikte korku egemen olur. Bu algıyı doğrulayan en güzel örneklerden biri “Uyvar önünde bir Türk gibi güçlü” sözünde saklıdır. Bilindiği üzere 1663’de Köprülü sülalesinden Fazıl Ahmed Paşa kumandasında Uyvar kalesi fethedilir. Peki, neden batı dünyasında üstteki tanımlama yapılır? Bunun nedenini Duraklama devrinde Osmanlı’nın eski kudretinden uzaklaşmasında aramak mümkündür. Ne ki, Uyvar’ın fethi batılı devletlere eski korkuyu anımsatır ve kaygı uyandırır. Müslüman Türk eski haşmetiyle geri mi dönmektedir?
Ancak 2’inci Viyana seferinin Osmanlı açısından başarısızlığa dönüşmesiyle bir nebze tamir olacak bir duygu kırılması yaşanır açıkçası. 18’inci asır ise arada Prut zaferine karşın Avusturya ve Rusya karşısında türlü başarısızlıklara sahne olacaktır.
Giderek batı dünyasında Osmanlı’ya karşı korku psikozu yerini merak duygusuna bırakır. Tecessüs uyanır ve araştırıcı zihin devreye girer. Öyleki klasik müziğin gelişim sürecini de besleyen bir damar peyda ve inşa olur. Öncelikle dahi besteci Mozart’ın mehter araştırmalarından söz edebiliriz. Osmanlı’nın kudretli devirlerinde düzenlediği seferlerde uzaklardan taa! Uzaklardan duyulan közler Avrupa ordularının korku psikolojisini katlamaktadır. Oysa şimdi bir araştırma alanıdır. Liliputlar ülkesinin insanları Güliver’in ulaşılabilir olduğunu görmüş, anlamış bulunmaktadır.
Mozart’ın mehter üzerine araştırmaları bir bakıma klasik müziğin tarihsel kırılma noktasını teşkil etmektedir. Önceleri Barok müziğin hâkim olduğu görülmektedir. Vivaldi, Bach, Handel gibi isimler öne çıkmaktadır. 18’inci asrın ikinci yarısında ise klasik döneme geçilir. Dönemi temellendiren Haydn, Mozart ve Beethoven gibi isimler öne çıkacaktır. Özellikle Haydn, Mozart’ı müzikal anlayışta etkilemesi yanında dönemin müzik çevrelerinde genç dehaya karşı görülen haset eğiliminin aksine destekler ve hayranlıkla da izler. Haydn’ın bu aydın tutumu muhtemelen sanatı kadar Mozart’ı etkileyecektir. Ve genç besteci bir bilge olabilen Haydn’ı baba Haydn olarakta anacaktır.
Diğer yandan Mozart’ın Osmanlı’nın mehter müziği üzerine araştırmaları ve esinlenmeleri de müziğine damgasını vurmaktadır. Şu kadar ki, ritim ve tempo ögeleri bu alanda bizleri karşılamaktadır. Ronda Ala Turca en meşhur ve bilinen örnektir. Kimi zaman Türk Marşı ile mehter arasında nasıl bir paralellik olduğu yönünde bir sorgulamayla karşılaşırız. Elbette marş ya da diğer Mozart eserleri mehteran değildir. O harcı ve özü bulacağımız kuşkusuzdur. Besteye yedirilmiş halde tecelli edecektir. Piyanoda parmakların gerginleştiği ve dikildiği bölümlere dikkat kesilmek gerekir. Requiem gibi ilahi, dua ve cenaze marşı tanımlaması kazanan bir eserin dahi bölümleri arasında ritmik bağlamda mehter tarzının etkilerini bulabiliriz. Mehter Mozart’ın müziğine neşeyi ve coşkuyu da getirir. Eine Kleine Nachtmusik adlı eser bu hususta dikkat çekicidir. Bestedeki iniş çıkışlar, fasıllar arasında gezinirken mehter esintisini almaz mıyız acaba?
Sonraları Beethoven’de benzeri motiflerden yararlanacaktır. O da Türk marşı besteler. Yanı sıra Für Elise ve 5’inci Senfoni adlı eserlerde ritim ve tempo yüklemesini rahatlıkla izleyebiliriz. Kuşkusuz Barok üslubundan uzaklaşılmasında bu tarzın feodal aristokrasinin temsilcisi olması da önem arz eder. Dolayısıyla feodalitenin tüm kurumlarıyla beraber çözülmesi ister istemez müzik üslubunu da derinden etkiler. Ancak bu değişimin Mehteran eksenine oturması meydana gelmekte olan tecessüs ve araştırma ortamıyla yakından alakalı olmalıdır.
Burada bir hususunda altını çizmek gerekir. Batı müziğinin tüm formlarıyla birlikte evrensel kabul edilmesinde kültür emperyalizminin izlerini her zaman sürebiliriz. Her şeyden önce hiçbir süzgeçten geçirmeksizin dayatılması hatta kabul görmediği durumların gericilik veya tutuculuk şeklinde algılanması bir dar görüşlülüğün eseri olarak anlaşılabilir.
Ne ki, Mozart ve Beethoven gibi dâhilerin farklı kültürlerin özelliklerinden faydalanarak gerçekleştirdikleri çalışmalarla evrenseli yakaladıkları söylenebilir. Batı dünyasında da bu iki ismin en büyük besteciler olduğu söylenegelir. Hatta 19’uncu asrın ustalarından Richard Wagner’in ölümünden kısa bir süre önce “Tanrı’ya, Mozart’a ve Beethoven’e inanıyorum” dediği söylenir.
Bir bakıma müziğin de birçok dünyevi motif misali nasıl bir mit haline geldiğinin göstergelerinden biridir. Dindar bir insanın dinsel ögeler karşısında duyduğu huşu ve vecd halini hatırlatabilir. Ne var ki, dinsel olanla dinsel kılınan arasındaki farkı da gözden kaçırmamak gerekir. Hiç şüphe yok ki, Wagner’ın bir müzik adamı olarak sahasında kendisinden daha üst konumu temsil eden isimler karşısında takındığı tavrın gerçekçi bulunması da imkânsız değildir. Ne ki, aynı zamanda modern ırkçı öğretilerin başlıca ilham kaynaklarından biri olması acep üstte yer verdiğimiz söylemiyle apayrı hususlar mıdır? Hani derim ki, Wagner’in bir gerçeğe; Mozart ve Beethoven’in müzik tarihinde ki olağanüstü ve olağan dışı konumlarına vurgu yapmakla birlikte takıntılarla yüklü bireysel dünyasından hiçte kopuk kabul edilemeyecek bir söylemin mümessili olduğu da akla gelebilir.
Nihayet kültürler arasında iletişim ve etkileşimin medeniyet tarihinin önemli ögelerinden biri olduğunu söylemek mübalağa olmayacaktır. Ve bu eksende fiziksel bağlamda güneşin doğudan doğması misali ışık doğudan gelir söyleminin izdüşümlerini her zaman gözleyebiliriz de.
L.T.