5
Yorum
3
Beğeni
0,0
Puan
1235
Okunma

Gözümün nuru gönlümün süruru biricik torunum canın Elif Nur’um.
Biliyorum ki bu mektubu şimdi okuyamayacaksın. Ama okuyacağın günler de çok uzak değil. İnşallah seneye başlarsın sen de ‘’Ali ata bak’’ Demeye. Ama sanırım şimdi ‘’Ali Ata bak’’ değil de ‘’Ela ile Lale, el ele’’ Diye yazdırıyorlar ilk olarak.
Sonra? Sonra da büyür kocaman bir kız olur ve ben hayatta olayım veya olmayayım ‘’Aaa benim resmim bu’’ dersin bu mektubu görünce…
Evet…Kocaman bir kız olduğunda artık ‘’Aaa benim yesmim’’ diyecek halin yok elbette. O zaman R harflerini de söylemeye başlamış olursun mutlaka ve ben hayatta olayım ya da olmayayım ‘’Acaba dedem ne yazmış’’ Diye merak edersin mutlaka değil mi?
Canım Elif’im !
Sen büyüyüp koskocaman bir kız olduğunda artık ‘’mektup’’ kelimesi de dilimizden tamamen çıkmış olur ama olsun. Sen de e- posta olarak okursun o zaman.
Sana önce bu gün şahit olduğum bir olayı ve hemen arkasından bir anımı anlatacağım.
Bu gün belediye otobüsüyle Kadıköy’e giderken otobüsümüz bir durakta durdu. O duraktan her zaman bir hayli yolcu binerdi ki bu gün de aynı şey oldu. Ama otobüse binen insanlar değildi benim ilgilendiğim şey. Ben duraktaki manzaranın seyrine dalmıştım.
Duraktaki oturacak yerlerden birinde kuyruğu kesik bir kedi uzanıyordu. Hemen yanındaki yere de yirmi yaşlarında bir kız geldi oturdu ve kuyruğu kesik kediye elini uzattı. Kedi, kızın kendisine el uzattığını görünce kafasını uzattı kıza. Kız kedinin kafasını okşamaya başladı. Ben ‘’Allah Allah… Bu kedinin kuyruğu kesik. Bir kedinin kuyruğunu kim keser ki? Mutlaka insanlardır. Öyle olduğu halde kedi insanlardan kaçacağına tam tersine kıza sokuluyor’’ Diye düşünüyordum. Hatta kız kafasını okşamaya başlayınca kedi geldi kızın kucağına oturdu. Görsen sen de şaşardın. Sanki kırk yıllık dost gibiydiler. Şimdi sorsam sana ‘’ Niçin böyle oldu?’’ Diye, eminim o minicik yüreğinle ‘’ Çünkü kızın kendisini sevdiğini anladı’’ dersin.
Evet…henüz ‘ ‘Sevginin dili ’’ gibi süslü cümleleri kuramayacak kadar küçüksün ama bir kedinin - kuyruğunu insanlar kesmiş olsa bile- kendisine dostluk elini uzatan birinden kaçmamasını sevgi denen o yüce duyguya bağlayacağın kesin.
İşte bir kaç saniye süren bu manzara çok duygulandırdı beni. Gözlerim yaşardı desem yalan olmaz ama gözlerimin yaşarması sadece bu sahne sebebiyle değildi. Sen daha dünyaya gelmeden önceki yıllarda yaşadığım bir olay geldi aklıma.
Sen henüz dünyaya gelmemiştin. Annen bile on dört yaşında ancak vardı. İşte o günlerde anneannenle neredeyse her gün kavga ediyorduk. Yok yok korkma. Öyle sokaklarda çocukların yaptığı gibi tekme, tokat, yumruklu bir kavga değildi. Hatta öylesine sessiz kavga ediyorduk ki komşularımız bile bizim kavga ettiğimizi bilmiyor ve her ortamda anneannenle beni örnek çift olarak gösteriyorlardı. Çünkü dışarıya karşı örnek bir aileydik. El alem denen o bizim hanemiz dışındaki insanlardan çok çekinir, aman onlar duymasın diye sessiz sessiz bağrışır çığrışırdık da her şeyi duyan, işiten Allah’tan hiç mi hiç korkmazdık, çekinmezdik.
Haaa. Unutmadın değil mi sana Allah’ın her şey duyduğunu, işittiğini, gördüğünü, hatta kalbimizden geçenleri bile bildiğini söylediğimi? Yok unutmazsın. Akıllı kızsındır sen.
Her neyse..İşte bu yirmi beş senelik evliliğin çatırdadığı ve her gün anneannenle münakaşa ettiğimiz yıllarda gerek annen, gerekse dayıların artık sevgi ve saygının kalmadığı bu evde durmak istemiyorlar, sabah kendilerini sokağa bir attılar mı artık gece yarılarında biz uykudayken eve geliyorlardı. En azından dayıların anne baba sevgisine ihtiyaç duyacak yaşı çoktan aşmışlardı ama elbette ki huzur herkesin ihtiyaç duyduğu bir şeydi ve işte o, bizim hanemizde yoktu.
Neden mi böyle oluyordu? İşte onu anlaman mümkün değil. O bakımdan o kısmı geçiyorum.
Anneannenle benim aramdaki sevgisizlik ve saygısızlık annene ve dayılarına da bulaştı ve onlar da artık birbirlerini sevmez oldular. Ama güzel torunum sevgisiz yaşanmıyordu.
İşte bu sevgisizliğin tüm aileyi boğduğu günlerde bir gün evin bahçesinde minicik bir ses duydum : ‘’Hevvv hevvv hevvv’’ Merakla balkona çıktığımda ne görsem iyi? Minnacık ve simsiyah bir köpek. Aynen resimde senin ellerindeki kedi gibi simsiyah ve ancak senin ellerindeki o kedi büyüklüğünde, hatta ondan da küçük, oyuncak köpek gibi bir şey. Kendi minnacık ama kulakları kocamandı. O kulaklar yerleri süpürüyordu adeta. Yukarıdaki resimdeki siyah köpeğe benzemekle birlikte tam olarak o değildi.
Minik köpek cins bir köpekti ve belli ki tatil için Fethiye’ye gelen tatilciler bir müddet sevmişler, beslemişler sonra da Antalya- Fethiye- Dalaman yolu yakınında olan bizim evin civarlarında bir yerlerde sokağa salmışlardı. Maalesef bunu hep yapıyorlardı.
Her neyse…
Dayıların ve annen artık sevecek, sevgilerini verebilecek bir canlı bulmuşlardı. Günlerinin çoğunu artık bu ‘’Şapşal’’ adını verdikleri simsiyah, minicik köpekle geçiriyorlardı. Ben ne zaman anneannenle münakaşaya başlasam annen ve dayıların soluğu bahçede Şapşal’ın yanında alıyorlardı. İşin garibi ben ve anneannen de birbirimize gösteremediğimiz sevgiyi Şapşal’a sunuyorduk.
Şapşal gerçekten de şapşal bir köpekti aslında. Çünkü biz orta direk bir aileydik. Ona ekmekten başka verebilecek bir şeyimiz yoktu. Oysa başka komşulara gitseydi çok daha iyi yiyeceklerle, köpek mamalarıyla beslenebilirdi ama gitmedi. Gitmeyince de bizimle birlikte taze fasulye, salatalık, domates, kabak mücver, hatta un helvası bile yemeye alıştı.
Hani güya peygamberimizin bir hadisi var ya…Pardon sen henüz ‘’peygamberimiz, hadis’’ gibi kavramları da bilmezsin. Hatta kavram ne onu da bilmezsin ama anlayacağını sanıyorum yine de… Hani denmiş ya güya ‘’ Köpek giren eve melek girmez’’ Diye, işte biz buna aldırmadık. Çünkü zaten bizimki gibi bir evde meleklerin ne işi vardı ki. O yüzden Şapşal’ı eve de alıyorduk. En azından anneannenle ben ‘’Senin yüzündennnn’’ Diye kavgaya başlayacağımızda ‘’ Hevv hevvv hevvv’’ dediği anda münakaşayı kesip ‘’ ne oldu oğlum, acıktın mı ?’’ diye soruyor, onunla ilgileniyor ve kavgayı o dışarıda olduğu saatlere erteliyorduk.
Şapşal, kısa süre içinde evin gözbebeği oldu. Sadece özürlü bir çocuk olan Yunus dayın sevemedi Şapşal’ı. Çünkü oldum olası suratının kocaman kocaman yalanmasından hoşlanmazdı Yunus dayın.
‘’Köpek giren eve melek girmez’’ diyorlardı ama bizim eve köpeğin bizzat kendisi melek olarak girmişti adeta. Çünkü Şapşal’ın evimize girmesiyle birlikte sanki birbirimize olan sevgi ve saygımız daha artmış, daha az kavga eder olmuş ve hepsinden önemlisi birbirimizle konuşmaya da başlamıştık.
O minicik köpek bize sevmenin, dostluğun, sadakatin ne olduğunu öğretmişti adeta. Bir öğretmen olarak yıllarca anlattığım ama aslında kendimin bile anlamamış olduğum dostluk ve sadakat kavramlarını bir köpek sayesinde öğrenmeye başlamıştık ailece… Geç de olsa…
Ama?
Ama çok uzun sürmedi bu günlerimiz.
Bir iki ay sonra bir gün Cihangir dayın Fethiye merkeze gitmek için evden çıktığında Şapşal daha önce yapmadığı bir şeyi yaparak onun peşine düştü. Ne benim ‘’Şapşal hemen eve dön’’ diye seslenmem ne de Cihangir dayının ‘’ Şapşal, gelme peşimden. Caddenin karşısına geçeceğim. Araba çarpar sana ‘’ demesine aldırmadı. Cihangir dayın, arkasından gelmesin diye minik bir iki de taş atmasına rağmen tin tin tin arkasından gitmeye devam etti.
Daha sonrasını ben göremedim. Gözden kaybolduktan sonra beş dakika geçmemişti ki müthiş bir fren sesi duydum ve ‘’ Ey Allah’ım. Bu insanlar neden bu yolda bu kadar hızlı giderler ki. Yine kim bilir nasıl bir kaza oldu’’ Diye caddeye fırladığımda baktım Cihangir geliyor ellerinde kıpkızıl kana bulanmış Şapşal ile…
Bir taraftan ağlıyor bir taraftan da bana izah etmeye çalışıyordu.:‘’Baba vallahi o kadar seslendim geri git diye ama dinlemedi beni. Birden yola fırlayınca hızla gelen bir araba çarptı.’’
Şaşırmıştım. Ne diyeceğimi, ne yapabileceğimi bilememenin şaşkınlığı ile ilk sorduğum şey ‘’ Çarpan kişi ne yaptı?’’ oldu. Tabii ki sorunun cevabı belliydi. Daha önce aynı yolun kenarına bırakan nasıl ki arkasına bakmadan gazladıysa şimdi de çarpan arkasına bakmadan gazlamıştı.
Bahçede bir çukur açıp gömdük Şapşal’ı. Şapşalı gömmekle birlikte de ailemizdeki sevgiyi, saygıyı, hoşgörüyü bir kez daha gömdük. Hem de bir daha gömdüğümüz yerden çıkarmamacasına.
Evet can tanem Elif Nur’um.
Bu mektubu bu gün anlayamayacaksın belki ama anlayabileceğin çağa geldiğinde görecek ve anlayacaksın ki önüne iki dilim kuru ekmek koyduğun, hatta çoğu kez onu bile esirgediğin tüm hayvanlar, senelerce emek verdiğin, sevgini esirgemediğin, uğruna her türlü fedakarlığa katlandığın insanoğlundan çok daha sadık dostturlar insana. O bakımdan o elindeki kara kediyi büyüdüğün zaman da asla bırakma.
Bu yazıyı okuduğun zaman eğer hayatta olursam sana söz bir tane de minik, kara, aynen Şapşal gibi bir köpek alacağım sana. Yani sadık bir dostun daha olacak. Yok hayatta olmazsam o zaman sen benim ruhuma bir Fatiha okumayı unutma tamam mı?
Selam ve sevgilerimle o güzel kara gözlerinden öpüyorum.
03.11.2016- DEDEN.