6
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
1444
Okunma

Dünyanın ortalama son iki yüzyıllık siyasi ve ekonomik dönemi, kategorik anlamda biçimlendirildiğin de bilindiği gibi güçlü ülkeler olarak belirleyici konumunda olan pramit’in uç noktasındaki, Amerika Birleşik Devletleri, İngiltere ve tabi ki,etkili lobi gücüne sahip ve sonradan devlet olan İsrail oluşturur.
Pramit’in diğer noktalarını da emperyalist güçler olarak Fransa, İtalya, İspanya, gibi kıta Avrupasında yer alan ülkeler şekillendirmektedir.
Emperyalist ülkeler Kapitalist çıkarları gereği sistemsel hegemonyası altına aldıkları ülkeleri,(emek yoğun) iş gücü de dahil, petrolünden madenlerine, su kaynaklarından tarımına kadar vs ekonomik anlamdaki değerlerinin tümünü sömürmek için o ülkenin ‘’siyasi’’ yapısını ele geçirmeye çalışırlar.
Ortalama 19.yy kadar olan sürede bizzat kendi ordularıyla kanlı bir biçimde istila ettikleri ülkelerin tüm ekonomik değerlerini sömürüp o ülke insanlarını açlığa mahkum edecek düzeyde mağdur bırakmışlardır. 20.yy ın ortalarına gelindiğinde ise sistematik taktiksel değişiklikleri gereği bu kez kendi askeri birlikleri ile yapabildiklerini onlar adına o ülkenin silahlı kuvvetlerine yaptırmışlardır.
Amaç hem savaş maliyetinden ve asker kaybından kurtulmak hemde sömürü düzenini kesintisiz sürdürebilmektir.
Bunun içinde tarih boyunca kendilerince taktiksel stratejiler geliştirip uygulamışlardır. Bu stratejik planlarında sömürmeye karar verdikleri ülkelerin siyasi yapısını ele geçirmek için çıkarları gereği eylemsel bazda şeytanda dahil işbirliği yapmayacakları hiçbir unsur yoktur. Bundan dolayıda kullanabilecekleri milli ve manevi değerleri rahatlıkla kullanırlar onlar için her şey serbest ve mubahtır.
Ancak bir tek şeyi asla yapmazlar, öyle ki literatürlerinde bile yoktur ‘’Merhamet’’
Bu konuda en açık örnek birleşmiş milletler teşkilatının 2016 dünya kalkınma konferansındaki bildiri niteliğindeki raporudur. Dünya kamuoyuna sunulan o çarpıcı bildiride de açıkça görülmektedir ki, o rapora göre dünyanın nüfusunun % 1 nin geliri % 99 unun gelirine eşittir. Bildirinin devamında vurgulanan en çarpıcı veri ise dünyanın ekonomik yapısını elinde tutan zincirin en uç halkasında yer alan gücün seksen beş aileden ibaret siyonist yapı olmasıdır.
Başka bir bakış açısıyla değerlendirilecek olunursa dünyada her gün binlerce insan açlıktan ölüp milyonlarca insan da yoksulluk sınırının altında yaşarken birleşmiş milletlerin açıkladığı o rapor aslında vahşi kapitalizm’in ne kadar adaletsiz ve insafsız olduğunun da bir göstergesidir.
Dolayısıyla vefa ve acıma duygusu olmayan Emperyalist ülkelerin devlet politikalarında da dostluk veya düşmanlık diye bir kavram yoktur. Sadece ekonomik çıkarları vardır. Başka bir ifadeyle dostluk ve düşmanlıkları ekonomik menfaatleri gereği anlık değişime müsaittir.
Orduları ile istila ettikleri ülkeden çekilmeden önce o ülkenin siyasi yapısını kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirip sürdürebilecek kadroları oluşturup halkın yapısına göre despotik ve sempatik toplumun saygı duyacağı bir lider belirlerler. Sonrada o liderin etrafında olacak itaat edecek ve liderin her emrini yerine getirecek yapıları oluştururlar. Bunun için de ülke insanın ekonomik yapısına göre nispeten daha iyi konumda olacak ve o devletin olanaklarından istifade etmelerine kısmen izin verecekleri ve kendilerini toplumun seçkin kesimleri olarak görecek ordu, yargı ve bürokrasi kesimlerinden oluşan (mutlu azınlık) diye bilinen kesimleri yapılandırırlar.
Oluşturdukları bu yapılar da despotik uygulamalara riyakarlıkla bağlı, kendi ulusal tarihinden değerlerinden utanan ve dışlayan, demokrasi kültürü gelişmemiş, kendi yaşam standartlarının korunması adına bağımsızlığından vaz geçebilecek düzeyde kişiliksiz, insan kesimleri üzerinden hedeflerine ulaşmaya çalışırlar.
Her şey hazırdır artık iş kurgulanan sistemin emperyal güçlerin kapitalist çıkarları için doğru şekilde ve aksamadan işlemesidir.
Bu konuda da görev demokrasi kültürü gelişmemiş ancak halinden memnun o mutlu azınlık diye şekillenmiş kesimlere düşmektedir. Mutlu azınlık diye tanımlanan o kesimler de bilerek veya bilmeyerek hem despotik rejim için hemde emperyalist ülkelerin çıkarları gereği çalışırlar.
Ülkenin demokratik ve ekonomik yapısının gelişip güçlenmesi ya da güçlenme ihtimaline karşı görevleri gereği o kişiliksiz kesimler devreye girip, emperyalist güçlerin çıkarları adına toplumda kaos ve anarşi ortamı oluştururlar. Bir yandan şovenizmi körükleyip bir yandan da dinsel kavramlar üzerinden gericilik iltica gibi sanal korkular yaratıp insanların kültürel farklılıklarını düşmanlık nedeni olarak gösterip toplumu oluşturan kesimleri birbiriyle çatıştırırlar. Sonrada aslında kendilerinin bozdukları toplum düzenini sözde yeniden inşa etmek için emperyalist ülkelerin emirlerindeki orduya darbe yaptırıp ülkenin ekonomisini ve demokrasisini sakatlayıp ülkeyi yeniden borçlanacak konuma getirirler. Dolayısıyla ülkeyi merkezinde emperyalist ve siyonist güçlerin olduğu çok uluslu finans kuruluşlarına yüksek faizle borçlandırırlar.
Başka bir ifadeyle bu sistematik çarkın işlediği o ülke halklarının durumu kum tepesine çıkmaya çalışan insana benzer tırmanmaya gayret ettikçe kayıp tekrar sıfıra iner.
Emperyalist güçlerin sömürgeci anlayışlarını engellemenin tek yolu, ülkede demokratik sosyal hukuk devleti yapısını oluşturmak sonra da ülke insanın öz güven duygusunu demokrasi kültürünü geliştirmek ve toplumun insan hakları bilincini güçlendirip yasalarla koruma altına almak mümkün olur. Ordu, yargı ve ülke bürokrasisinin siyasetle eş güdüm halinde hareket eden sağlıklı işleyişiyle birlikte, Milli gelirin topluma olabildiğince adil dağıtılması da ülke barışı ve insanların devletine sadakatle bağlılığını güçlendiren önemli bir etkendir.
Tarih göstermiştir ki, onurlu toplumlar kültürel değerlerinden utanmayıp, kendi insanını küçümsemeden demokratik devlet yapılarını oluşturup ülkelerini zengin ve güçlü duruma getirmişlerdir. Böylece ülkelerini dünya ülkeleri arasında ki hak ettikleri saygın konuma taşımışlardır.
Serhat BİNGÖL 24.07.2016