10
Yorum
4
Beğeni
0,0
Puan
1149
Okunma


Siz Türk Tarihinde "Ağla oğlum ağla; erkekler gibi savaşmayanlar kadınlar gibi ağlamak zorundadır.’’ Diye bir söz duydunuz mu?
Sanırım duyan yoktur. Ben de duymadım.
Böyle bir söz yoktur ama Türk tarihinde gerçek ya da efsane şöyle bir şey vardır:
Mete Han karşısındaki çok büyük Çin ordusunu görünce başlar düşünmeye. Sorar kumandanları: ‘’Ne düşünüyorsun ?’’ Diye. Cevap verir Mete Han: ‘’ Bu kadar çok cesedi nereye gömeceğim. Onu düşünüyorum.’’
Türk tarihinde yoktur ama maalesef İslam tarihinde vardır böyle bir söz: "Ağla oğlum ağla; erkekler gibi savaşmayanlar kadınlar gibi ağlamak zorundadır.’’
Yukarıdaki sözün muhatabı 1492 Yılında İspanya’daki son Müslüman devlet olan Beni Ahmer Devleti’ni İspanya Kralı Ferdinand’a teslim eden Son Beni Ahmer hükümdarı Ebu Abdullah Muhammed’dir. Küçük Abdullah anlamına gelen Abdullah-üs Sagir olarak da bilinen bu hükümdara -Gırnata’yı teslim ettikten sonra dönüp bakarak ağladığı için- annesinin söylediği sözlerdir bunlar.
Şimdi durduk yere nereden aklıma geldi bu sözler?
Birinci resme bakarsanız anlarsınız.
Ne var o resimde?
O resimde ülkelerindeki iç savaştan kaçarak Hollanda’ya sığınan Suriyeli mülteciler ile yine ülkelerinden kaçarak Hollanda’ya giden diğer mültecilerin aşağılanması var. Hollandalılar yerlere madeni para atıyorlar, mülteciler o paraları eğilip toplarken de zevkten dört köşe gülüp eğleniyorlar.
Öncelikle Allah, hiçbir kulunu bu durumlara düşürmesin diye dua ediyorum. Hele hele bu durumlara düşmüş olanlar maalesef bizim din kardeşlerimiz olunca insan daha da üzülüyor. Ama öte taraftan bu insanların sadece ve sadece yaşamak için böyle bir zilleti göze almaları daha da üzücü.
İşte böyle bir durum Türk’ün tarihinde mevcut değildir. Yani Türk, tarihi boyunca hiç bir zaman bu şekilde mülteci durumuna düşmemiştir
Suriyeli bu kardeşlerimize ben de oldukça üzülürüm. Vicdanım da sızlar bu Muhacirlere karşı Ensarlık görevimi yapamadığım için. Lakin öte taraftan Bayırbucak Türkmenleri aslanlar gibi çarpışırken bunların ülkelerini terk etmelerini de kabullenemem.
Belki çok fazla hamasi ya da bilgisayar başında klavye kahramanlığı gibi gelecek; veyahut da ‘’ Bekara karı boşamak kolay’’ Diye yorumlayan da olacak ama gerçekten de merak ederim: Öyle ya da böyle yaşamak o kadar önemli midir? Yani dünya üzerinde nefes alıyor olmak ama bunun karşılığında her türlü mihnete, hatta zillete boyun eğmek…Kavanoz dipli dünyada bir kaç gün daha soluk alıp verebilmek, o kadar önemli midir?
Ya da soruyu şöyle sorayım: ‘’ Ey Yezit, sen zalimsin’’ Demek ve bunu söylediğin için ölmek mi tercih edilmelidir yoksa ‘’ Yezit’in kulu ve kölesi olarak biat ettim.’’Diyerek yaşamak mı? Bir Yezit’e biat etmemek için hicret etmek ama bir başka Yezit’in, Yezitlerin attığı bir kaç kuruş için yerlere eğilmek, onların eğlencesi olarak yaşamak mı? Çocuğunun kendi vatanının topraklarında kahpe bir kurşunla ölmesi mi yoksa hiç bilmediğin bir coğrafyada cesedini bir deniz sahilinden toplamak veyahut o cesedi bile görememek mi?
Şimdi denilebilir ki ‘’ Adamlar neyle savaşsın kardeşim. Ellerinde silah mı var. Para mı var? Yiyecek ekmekleri mi var?’’
O zaman gelin bizim Kurtuluş Savaşımıza bakalım. Kurtuluş Savaşına bakmadan önce de böyle bir savaşa girerken nemize güvenmiş olduğumuza bakalım. Nereden bakalım? Mustafa Kemal Atatürk’ün nutkundan bakalım.
Mustafa Kemal Nutukta der ki:
‘’…..Bu kararın istinat ettiği en kuvvetli muhakeme ve mantık şu idi:
Esas, Türk millîyetinin haysiyetli ve şerefli bir millet olarak yaşamasıdır. Bu esas ancak istiklâli tamme malikiyetle temin olunabilir. Ne kadar zengin ve müreffeh olursa olsun istiklâlden mahrum bir millet, beşeriyeti mütemeddine, muvacehesinde uşak olmak mevkiinden yüksek bir muameleye kesb-i liyakat edemez.
Ecnebî bir devletin himaye ve sahabetini kabul etmek insanlık evsafından mahrumiyeti, acz-ü meskeneti itiraftan başka bir şey değildir. Filhakika bu derekeye düşmemiş olanların isteyerek başlarına bir ecnebî efendi getirmelerine asla ihtimal verilemez.
Halbuki Türkün haysiyet ve izzeti nefis ve kabiliyeti çok yüksek ve büyüktür.
Böyle bir millet esir yaşamaktansa mahvolsun evlâdır!
Binaenaleyh, ya istiklâl ya ölüm!
İşte halâsı hakikî isteyenlerin parolası bu olacaktı.
Bir an için, bu kararın tatbikatında ademi muvaffakıyete duçar olunacağını farz edelim! Ne olacaktı? Esaret!
Peki Efendim. Diğer kararlara mutavaat halinde netice bunun aynı değil midi!
Şu fark ile ki, istiklâli için ölümü göze alan millet, insanlık haysiyet ve şerefinin icabı olan bütün fedakârlığı yapmakla müteselli olur ve bittabi esaret zincirini kendi eliyle boynuna geçiren miskin, haysiyetsiz bir millete nazaran yâr ve ağyar nazarındaki mevkii farklı olur.’’
Anlaşılmayan bir taraf var mı? Sanırım yok.
O halde resimlere geçelim.
2. Resimde Kurtuluş Savaşı yıllarında memleketin halini görüyorsunuz. Yakılmış, yıkılmış… Yani bu günkü Suriye’den farkımız yok ve yoksuluz.
Peki silahımız var mıydı?
I. Dünya Savaşından sonra yapılan Mondros Ateşkes Antlaşmasıyla düşmana teslim etmiştik silahları, sonra da düşman cephanelerinden çalıp takalarla İnebolu’ya oradan da da cepheye taşımıştık.
Peki bu cephaneyi taşıyacak vasıtalarımız var mıydı?
Ne gezer.
Resimlere bakmaya devam o halde: 3. Resimde sırtında cepheye top mermisi taşıyan kadınlarımızı görmektesiniz. Ama 4. Resim daha da ilginç. Çünkü onda -tahminen- ayağı sakat bir dede görmektesiniz. Bastonla yürüyebiliyor ancak. Ama sırtında gülle taşıyor.
Sonra?
Sonra kendi mermilerimizi kendimiz yapmaya başladık çeşitli atölyelerde. Hatta öyle ki kadınlar bile mermi yaptı.
5. Resme bakın. Orada minicik kınalı parmakların nasıl mermi yaptığını göreceksiniz yetişkin kadınlarla birlikte.
Devam edelim.
Savaşmak için yeteri kadar yetişkin erkek var mıydı?
O da yoktu maalesef. Bu sebepten kadınlarımız silaha sarıldı: 6. Ve 7. Resimde onları görmektesiniz.
Dahası çocuklar… Henüz ağzı süt kokan çocuklar silaha sarıldı:
8. Resimde işte o aslan parçalarından birini görüyorsunuz
9. Resimde bir baba ve üç erkek evladı. Evlatların en büyüğü on iki- on üç yaşlarında…
10. Resimde bir başka aslan parçası çakı gibi asker selamı veriyor.
Ne annenin, ne babanın ne de bu kendileri minicik ama yürekleri kocaman aslan parçalarının hiç birinin aklından hicret geçmiyordu. Yani bir başka ülkeye sığınmak…Ya bu toprakları istiklaline kavuşturacak ya da yine bu topraklarda öleceklerdi.
Oysa hicret, mensubu oldukları İslam dininde var olan bir şeydi.Yüce Peygamber Muhammed( S.A.S) Mekke döneminde kafirlerin zulmü karşısında ilk Müslümanlardan yetmiş iki kişiyi bir Hrıstiyan bir ülke olan Habeşistan’a hicret ettirmemiş miydi? Daha sonra kendisi ve diğer ashab da Mekke’den Medine’ye hicret etmemiş miydi?
Evet…Hicret İslamiyette var olan bir şeydi ama Türk milletinin genlerinde olan bir şey değildi. İslamın her kuralına sonuna kadar bağlı olan Türkler, hicret söz konusu olunca uymuyorlar mıydı yani?
Yok. Hicret kuralına da uymaktaydı Türkler ama Türk’e özgü bir şekilde.
Aynen şöyle:
Erzurum: 3 Temmuz 1919...
Ilıca’da Mustafa Kemal’in ilk karşılanması sırasında:
…….Konukların önemli kimseler olduğunu anlayan ihtiyarın zeki gözleri parladı. İri ve ak tüylerle örtülü elini geniş göğsünün üzerine koyarak selamladı. Mustafa Kemal Paşa, ta yanıbaşına kadar geldiği halde heykel gibi duran bu ihtiyarın hatırını soruyor, o da gövdesine yaraşan derin ve gür sesiyle teşekkür ediyordu. Mustafa Kemal’in sohbete başladığı ihtiyar, Ruslar gelince göçmek zorunda kalıp Çukurova’ya indiklerini, şimdi köyüne döndüğünü kısaca anlattı. Mustafa Kemal, o günlerin bu dönüşe pek uygun olmadığını işaretle:
- Ağa, yoksa oralarda geçinemedin mi, diye sordu.
İhtiyar hemen karşılık verdi.
- Hayır Paşam, Çukurova cennet gibi bir yer, bir eken yüz biçiyor. Bize tarla verdiler, çayır da... Geçimimiz padişahta bile yoktu. Çok rahattık. Yalnız son günlerde işittim ki İstanbul’daki “ırzı kırık”lar bizim Erzurum’u Ermenilere vereceklermiş. Geldim ki göreyim, bu “namertler” kimin malını kime veriyorlar?
Tunç çehreli, ak sakallı, gün görmüş ihtiyarın iman dolu göğsünden gelen bu ses yine O’nun gibi tunç çehreli kahraman askerin gözlerini yaşarttı. Bu eski Türk kalesine, ulus işi için, ulusla birlikte çalışmağa gelen bu büyük devlet adamı yaşlı gözlerle arkadaşlarına döndü:
- Bu ulusla neler yapılmaz!
N.A. BANOĞLU, Nükte ve Fıkralarla Atatürk, s.116-117
Yani Türk de hicret eder. Taa Adana’dan , Erzurum’a hicret eder ama ‘’ Geldim ki göreyim, bu namertler kimin malını kime verirler’’ Diye hicret eder yerinden yurdundan. Bir başka devlete, millete sığınmak için değil.
Peki, silahı, ordusu, cephanesi, parası-pulu, giyeceği ayakkabısı, çarığı hatta yiyeceği ekmeği bile olmayan Türk’ün nesi vardır? Nesine güvenip de kendini bir savaşa, bir ateşin içine atar?
Bu sorunun cevabı aslında 11, 12 ve 13. Resimdedir.
11. Resimde işte o yokluk içindeki insanları namaz kılarken görüyorsunuz. Evet…Onların maddi olarak hiç bir şeyleri yoktu belki ama tüm maddiyattan çok daha önemli iman denilen bir manevi silahları vardı.
12. Resme bakalım: Allah’a kavuşmayı ‘’Şeb-i Aruz’’ ( Düğün Gecesi) olarak gören Mevlana’nın torunları Mevleviler, düğüne gider gibi savaşa gidiyorlar. ( Savaşa giderken hiç birisi o güne kadar ellerine silah almamışlardır.)
Sadece Mevleviler için değil. Bütün Türkler için vatan uğruna ölmek şeb-i aruzdu. Bu yüzden değil midir bu gün de evlatlarımızı askere gönderirken adeta düğüne gönderir gibi göndermemiz?
13. Resim ise tüm soruların cevabıdır aslında.
Türkler nelerine güveniyorlardı da bir başka ülkeye iltica edeceklerine ‘’Vatanım’’ Diyerek imkansız bir savaşa giriyorlar, kendilerini ölümün kucağına atıyorlardı?
İşte 13. Resim bu sorunun tam cevabıdır.
Türkler, başta Atatürk olmak üzere başlarındaki komutanlara güveniyorlardı. ( Mustafa Kemal bir tüfeği inceliyor ve atış yapıyor cephede )
Son iki resme geldik değil mi?
14. Resim: Düşman İstanbul’a böyle gelmişti.
15. Resim: O gün onları alkışlayarak bağrına basan hainler, onlar bayrağımızı selamlayıp giderken işte aynen böyle gittiler. ( Adeta birbirlerini eze eze doldular motorlara, kayıklara )
Eğer Suriyeli din kardeşlerimiz, anne ve babalar da ‘’Ya İstiklal ya Ölüm’’ Diyebilselerdi belki yine öleceklerdi ama en azından ‘’ Düşmanımla savaştım, ona boyun eğmedim ‘’ Demenin gururuyla öleceklerdi. Mertebelerin en yücesi olan şehadete ulaşmış olarak öleceklerdi. Çocukları da ölecekti belki ama hiç olmazsa yabancı bir ülkenin kıyılarından toplanmayacaktı o çocuk cesetleri. Kendi vatanlarında ölmüş olacaklardı.
Mehmet Akif ne güzel demiş değil mi:
‘’Sahipsiz kalan vatanın batması haktır
Sen sahip olursan bu vatan batmayacaktır.’’
İşte bu yüzdendir bizim ‘’ Ne Mutlu Türk’üm Diyene’’ Dememiz. Ne mutlu ki bizim tarihimizde ‘’Ağla oğlum ağla, senin gibi vatanı için çarpışmayan korkaklara şimdi karılar gibi ağlamak yaraşır’’ Diyen bir annemiz olmamıştır.