11
Yorum
2
Beğeni
0,0
Puan
1948
Okunma


Araba ilerledikçe gps ekranındaki dijital yeryüzü şekilleri de aşağı doğru kayıyorlardı. Biraz önce üzerinden geçtiğimiz Neuse nehri neredeyse haritadan çıkmak üzereydi. Çok geçmeden çıktı da...
“Şu köşedeki saat nedir? Diğer saatlerden farklı.”
Valentina, sorusunun ardından kolundaki saatle elindeki tabletinkini bir daha kontrol etti. Yanılmamıştı, diğerlerinden farklıydı.
“O gideceğimiz yere kaçta varacağımızı söylüyor.”
“Yani New Bern’e dördü dört geçe mi varacağız?”
“Aynen öyle.”
“Ama biraz önce dördü beş geçe diyordu.”
Bazen daha az sorgulayan çocuklarınız olmasını istiyorsunuz.
“Arabanın bilgisayarı aslında geleceği bilmiyor. Kafasından hesap yapıyor. Diyor ki, eğer trafik işaretlerinin gösterdiği hızla devam ederseniz New Bern’e dördü dört geçe varırsınız. Ben ise o işaretlerdekinden azıcık daha hızlı gidiyorum. O zaman da bilgisayar yeniden hesap yapıp, varış saatimizi geriye alıyor.”
Bir süre sessizlik oldu. Valentina söylediklerimi kafasında tarttı. Sonra tabletine bir şeyler girdi. Birazdan yeni bir soru yağmuruyla gelecekti; yine de o ana kadar olan sessizliğin tadını çıkardım.
“Google map diyor ki, New Bern’e 72 mil varmış. Eğer biz saatte 55 mil ile gidersek oraya... Hımm.. Bir saat on sekiz buçuk dakikada!”
“Ama biz azami hızdan beş mil daha hızlı gidersek?”
Hesabı tahminimden biraz daha fazla sürdü:
“Bir saat on bir dakika!”
Doğru hesap yapmak onu heyecanlandırmıştı. Artık hayatta uyumazdı. Elinde tableti bir sonraki varış saatinin değişeceği anı hesaplamaya çalışıyordu. Bir yandan da navigasyon ekranını kolluyordu.
"Varış vaktimiz sürekli geriye geliyor."
"Hızlanırsak daha da yakınlaşır."
"Ya çok hızlanırsak? Şu andakinden daha geriye gider mi?"
"Geçmişe mi gitmek istiyorsun? Niye ki?"
Bir açığı varmış da yakalanmış gibiydi.
"Geçmişe gidersek belki yaz tatili yeniden başlar. O zaman da ...’"
"O zaman da?"
"Hiç işte".
...
New Orleans gezisine Valentina hazırlıklı gelmişti. Haftalar öncesinden güzergah üzerinde çalışmış, bölge bölge hız sınırlarını çıkarmış, benim bu limitlerden beş mil daha hızlı süreceğim üzerine hesaplarını yapmıştı.
“Tam on iki saat elli dakikalık bir yolculuğumuz var.” diye gururla anons etti.
“Tüm bu süreyi tek seferde alacağımı düşünmüyorsun, değil mi?”
“Nasıl yani?”
“Arada bir yerde, bir motelde konaklayacağız.”
“Nerede?”
“Montgomery’de.”
Dikkati tabletine geri döndü, hesaplarını yapmaya başladı. Kendimi seksenlerin pilotları gibi hissediyordum: Arkamda bir uçuş mühendisi, rotamızı sürekli kontrol ediyordu.
“Sekiz saat yirmi yedi dakika o zaman.”
“Bu kadar çabuk mu buldun?”
“Ben bulmadım. Google map hesapladı.”
Teknoloji... Sonsuza dek sportmenliğin peşinde olacaksın, değil mi?
Yol uzundu. Valentina’nın soruları da bunu kısaltmıyordu.
“Daha hızlı bir arabamız olsa...”,
Neyse ki suçu yavaş gitmemizin suçunu bende değil, arabamızda buluyordu.
Hayali arabamızın hayali hızıyla hesaplar yapıyor, New Orleans’a ne kadar erken varacağımızı hesaplamayı deniyordu. Bir sonuca ulaşınca, aracı değiştiriyor, giderek daha güçlü, daha hızla arabalara geçiyordu. Otomobiller tükenince (Hala konaklayacağımız Montgomery’e çok vardı), uçaklara geçtik. Uçaklar söz konusu olunca hız sınırı da yoktu. Önce yolcu uçakları, sonra savaş uçakları, daha sonra deneyseller...
Dayanamayıp sordum:
“Peki bir saniyede New Orleans’ta olmamız gerekse, ne kadar hızla uçmamız gerekirdi?”
“Saatte üç milyon yüz elli yedi bin iki yüz mille!”
“Belki daha düşük bir hız bile yetebilir.”
“Nasıl yani?”
Montgomery’e kadar olan yolu Valentina’ya göreliliğin temel prensiplerini anlatmayı deneyerek geçirdim. Belli ki görelilik ile tanışmak için sekiz erken bir yaştı.
...
Ama on iki yaş o kadar da erken sayılmazdı. Artık ön koltukta oturabiliyordu. Elinde daha gelişmiş bir tableti arabanın navigasyon sistemine bağlamış, artık kaba hız hesaplarını bir kenara atıp, yıldız haritalarından faydalandığı parallaks hesaplarıyla hızımızı tahmin etmeye çalışıyordu.
Gökteki bir yıldız olması gerekenden ne kadar farklı konumdaysa onu kullanarak hızımızı hesaplayabiliyordu.
“Dünyanın dönmesini de hesaba katıyorsun, değil mi?”
“Aman baba, sen de bizi iyice çocuk yaptın.”
Kızımla gurur duyuyordum. Davranışlarında ergenliğin gölgeleri belirmeye başlayalı birkaç ay olmuştu ama o hala benim sekiz yaşında, sonsuz soru soran kızımdı.
“Biz hızlandıkça arabanın içindeki zaman da yavaşlıyor.”
Sonra benim yıllar önce sorduğum soruyu hatırladı. Eğer bir saniye hedefimizde olmak istiyorsak ne kadar hızla gitmemiz lazım?
“Kime göre bir saniye? Araçtakileri mi, bizi otelde bekleyenlere göre mi?”
Problemi her iki taraf için de ayrı ayrı çözdü. Nedense o gün muzip tarafımdan kalkmıştım ve yangına körükle gitmek istedim:
“Ya oraya çıktığımız zamandan önce varmaya çalışsak? Ya navigasyonda gösterilen zamanı geriye başladığımız noktadan da geriye gitmesini istesek? O zaman ne kadar hızla gitmeliyiz?”
“Zamanda geriye gitmek mümkün mü? Ben değil sanıyordum.”
“Phoenix’e kadar uzun bir yolumuz, senin elinde de maaşımın üçte birine mal olan tablet var.”
Phoenix’e kadar olmasa bile Nashville’e kadar sesini çıkarmadı.
...
Gözlerinin parıldamasını bekliyordum ama sadece onlardan yorgunluk akıyordu. Elindeki kadehle oynuyor, tersine bir izlenim bıraksa da içmiyordu.
“Senin mahzenden 2012 rekoltesini getirdim. Doğru dürüst ağzına bile götürmedin.”
“Biliyorsun baba, şarapla aram o kadar iyi değil.”
Hiç bir zaman sevmedi, ne şarabı, ne de birayı. “Sarhoş olmak için teleskoptan bakmak yeter” diyordu. “Beyin hücrelerimi öldürüyor” deyip Noel’deki sıcak şarabı elinin tersiyle iterdi. Şimdi yaptığımız kutlamanın yüz suyu hürmetine eline kadehi almıştı ama içmiyordu.
“İçimden bir ses ileride bu kadehi arayacağını söylüyor.”
“O ses yanılıyor baba. Arayacaksam seni ararım, kadehi değil.”
Uçuş arifesinde insan duygusallaşıyordu. Gözyaşlarıma engel olamıyordum. Kızımı o akşamdan sonra bir daha görmeyecektim.
“Ama ben seni yeniden görebilirim” diyor. “Hesaplarımıza doğruysa bu solucan deliği bizi tam yirmi yedi yıl öncesine götürecek.”
Yıllar önce ona sorduğum, zamanda geriye gitmekle ilgili sorunun cevabını bulmuş gibiydi. Uzaya çıkıp, Jüpiter’e doğru dört yıl kadar uçacaklar, orada yeni keşfedilen solucan deliğinden geçip geçmişe döneceklerdi.
“Geçmişe dönseniz bile Güneş sistemine döneceğiniz garantisi yok. Bunların hepsi hayatında solucan deliğinden geçmemişlerin hayali hesaplarından ibaret.”
“New Bern yolundaki hesapları da oraya hiç gitmemişken yapmıyorduk? Ne farkı var?”
O yolculuğu hatırlıyordu.
“Hatırlıyorum tabii. Hatta o yolculukta aklıma gelmişti de sormamıştım varış saatinin geriye giderken başladığımız saatin öncesine geçip geçmeyeceğini. O günlerde de zamanda geriye gitmek istiyordum.”
“Sekiz yaşında niye geçmişe dönmek istiyordun ki?”
“Fazla değil, sadece birkaç ay öncesine, yaz tatiline gitmeyi hedefliyordum.”
“Büyükannelerdeki tatil mi? Güzeldi değil mi?”
İlk defa o sene annesiyle babasının doğduğu topraklara gitmişti. Ege deniziyle tanışmış, Bodrum kalesini gezmiş, tekne turlarına çıkmıştı.
“Tatili tekrarlamaktan çok birisiyle karşılaşmayı istiyordum.”
“Birisi mi?”
“Anımsıyor musun, biz oradayken insanlar akın akın Yunan adalarına geçmeye çalışıyordu.”
Mültecileri hatırlamak için hafızamı zorlamam gerekmişti.
“Hani onlardan bir grubun teknesi devrilmiş, bir çocuğun ölüsü de sahile vurmuştu. İşte o çocukla karşılaşmak istiyordum. Onun tekneye binmesini engelleyebileceğimi düşünüyordum.”
“İki yaşındaki bir çocuğa ailesine rağmen müdahele mi edecektin? Aman ben ne diyorum! Sekiz yaşındaki bir çocuğun hayallerinden bahsediyoruz.”
Sessizlik oldu. O elindeki kadehe, ben terasın parmaklıklarına bakıyordum. İkimiz de zamanda yolculuk yapıyor gibiydik.
“Baba... Hala o güne geri dönmeyi hedefliyorum. Belki gerçekten o çocuğun tekneye binmesine engel olabilirim.”
“Nasıl yapacaksın bunu? Çocuğu kaçıracak mısın?”
“Zamanda geçmişe gitmişim de sorun olmamış. Birilerine engel olmam mı sorun?”
...
Bu kızımla en son konuşmamızdı. Birkaç gün sonra uzay aracına bindi ve yola çıktı. Beyaz astronot kıyafeti içinde gelinlikli kız gibiydi.
Bu öyküyü Cumartesi günü New Bern yolunda tasarladım (Buradan Saint-Exupery’e selamlar) Navigasyondaki varış saatinin geriye gitmesi, hatta yola çıkış saatimizin de öncesini göstermesi 2011 deki bir başka yolculukta yaptığımız şakaya aitti.
Ana hatlarını tamamladıktan öykünün Carl Sagan’ın Contact adlı romanına ne kadar benzediğini farkettim. Bu noktada okuyucudan ve Carl Amcadan özür dilerim. 1992 yılında okuduğum roman o gün su yüzüne mi çıktı, yoksa benzerlik tamamen tesadüften mi ileri geliyor; bunu ben de bilmiyorum.