3
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
744
Okunma
Hemen bütün organlarımızın sağlık sorunundan tutun da estetik görünüp görünmediklerine kadar her şeyiyle ilgileniriz de bunları dillendiren ‘Dil’ imizin hal hareket ve güncel eylemlerini hiç mi hiç umursamayız nedense.
Vay halimize bizim!
Çünkü dil diğer organlar gibi bizi yalnızca bu alemde sıkıntıya sokmakla ve en kötü ihtimalle öteki aleme yolculamakla kalmaz. Hem yasal hem sosyal anlamda başımızı öyle belalara sokar ki. Öteki Alemde kendimizi savunma hakkı bile tanımaz.Hele ki geri alınması mümkün olmayan ancak ağzımızdan çıkan o birtakım sözleri düşünecek olursak…
Ne demişler: El yarası geçer dil yarası geçmez.
Ha..bir de duygusal yanı var bu onulmaz yaranın. İşte en fenası bu galiba..
Dil yâresini andıracak yâre bulunmaz
Dünyâda gönül yâresine çâre bulunmaz
Her derdin olur çâresi meşhur meseldir
Dünyâda gönül yâresine çâre bulunmaz
Başka bir anlamda dilimize yerleşmiş olan: Dilin kemiği yoktur atasözünün aksine, küçücük de olsa bir kemiği olduğu herkesin malumu.
Gel gelelim sulak verimli ve doğal gübreli bir ortamda yetiştiğinden olsa gerek özgür delişmen ve alabildiğine kıvrak bir yapıya sahip. Öyle ki susturabilene tutabilene ve de dışarı çıkarıp bir taşın üstüne yatırıpta tokaçlayabilene aşk olsun!
Ee sen bu organa sahip çıkmaz sorumluluğunu bilmezsen o da ne dediğini bilmez pek tabii!
Sonra da o küçücük masum yavrucağı suçlarsın.
Dilim seni dilim dilim dileyim, başıma geleni senden bileyim.
Dilin cismi küçük, cürümü büyük. Dememiş mi büyüklerimiz!
O dil ki yerinde, zamanında ve gerektiği gibi kullanılmazsa eğer insana verdiği acı öylesine derin ve kalıcı olur ki unutmak mümkün olmaz.
Yeri gelmişken belki de bir çoğunuzun bildiği yaşanmış trajik bir hikayeyi nakletmek isterim bu anlamda.
Okula yeni başlayan küçük çocuk eve her gelişinde kendisine ait olmayan bir takım küçük eşyaları çantasından çıkarıp annesine gösterir. Annesi nereden bulduğunu sorar. Arkadaşlarına ait olduğunu onlardan habersiz habersiz aldığını söyler. Anne susar. Çocuğun yaşı büyüdükçe eve gelen eşya çeşitleri ve sayısı da büyür. Anne yine susar. Yıllar geçer. Sonrasında bir hırsızlık olayında istemeden katil olur ve idama mahkum edilir. Son isteği sorulur. Annesini görmektir arzusu. Annesi gelir. Oğul annesinden kendisine iyice yaklaşıp dilini çıkarmasını ister. Annesi şaşırır ve ne yapacağını sorar. Öpeceğini söyler. Annesi dilini çıkarır çıkarmaz bütün gücüyle ısırarak koparır.
Yanındaki görevliler şaşkınlık içinde böyle bir şeyi neden yaptığını sorarlar.
İdam mahkumu genç adam her şeyi anlatır. “Eğer annem çaldığım o eşyaları gördüğü ilk gün susmayıp bu yaptığımın büyük bir suç olduğunu bana söylemiş olsaydı ben şimdi burada olmazdım” der.
İnsanlar değil sonradan edindikleri alışkanlıklarından, temel karakter özelliklerinden de vazgeçemiyor.
Örneğin ben de diline hakim olamayanladanım. Yeri gelir çok kırıcı ve hoş görüsüz olurum. Savunduğum konularda ters düştüğüm ya da hiçbir şeyi umursamayan bencil kimselerle karşılaştığım da çok olmuştur.
Ancak şu da bir gerçek ki, bunlara karşın hiç kimseden ne olumsuz bir tepki ne bir sitem ne de bir şikayet almışlığım olmuştur.Bunun yolunun ise içten, samimi, açık ve doğru sözlü olmanın yanı sıra, inandırıcı güvenilir bir kişiliğe sahip olmaktan geçtiğini duyduğum bu sözlerden anlıyorum her şeye rağmen.
İyi ki varsınız. Sohbetiniz çok güzeldi. Hakkınızı helal edin. Allah sizden razı olsun başımızdan eksik etmesin.
Uzun zamandır bir münzevi gibi yaşıyorum hayatı.Ne bir insan sesi ne de yüzü- yüzleri desem daha doğru olur sanırım- görmeye tahammül edebiliyorum artık.
Ya bol ağaçlıklı bir yer bulursam oraya gidip bir ağaca sırtımı dayayıp oturuyorum ya da bazı kutsal mekanlara düşürüyorum yolumu.
Evden nasıl bir amelle çıktığımı ben tam olarak bilemem. Ama burnundan soluyan günaha girmiş biri olarak döndüğümü biliyorum.
Neden? Derseniz..
Bir kaç gün önce Üsküdar semtindeki Aziz Mahmud Hüdayi Hazretleri’ni ziyarete gittim. Gidenler bilir. Fazla geniş olmayan bir alanda yer alır. Ramazan nedeniyle de oldukça kalabalıktı. 6-7 yaşları arasında iki çocuk kırmızı şeridin içine girmiş ellerindeki su petlerini türbenin kenarlarına ve yanı başındaki sandukaların üstüne vurarak gülüp eğleniyorlar! Kimsede çıt yok! Tam benim önümden geçerlerken ikisinin de kulaklarına yapıştım. O sıra dışardaki görevli yetişmeseydi kulakları ellerimde kalabilirdi!
Bu gün de Süleymaniye semtindeki Süleymaniye Camisi’ni ziyaret etmek istedim. Caminin Külliyesi içinde yer alan Kanuni Sultan Süleyman’ın türbesini ziyaretim sırasında gördüğüm çocuk ve anne-baba manzarasının bir öncekinden iki farkı vardı.
Birincisi çocuk sayısı üç. İkincisi ellerinde pet şişe yerine, ayakkabıların konması için girişteki kutulardan aldıkları ince poşetleri top haline getirip türbelerin etrafında futbol oynamaları idi. Yine çıt yok! İnanması biraz zor olsa da gidip görmek çok kolay.
Böyle anne- babalar ve ebeveynler olmaz olsun! Her zaman söylediğim gibi, dünyada en kolay üretim çocuk
imalatıdır!
Bu defa ziyaretimin seyrini yarım bırakıp kapıdaki görevliye durumu bildiriyorum. “Yapacak bir şey yok. Burası hep böyle. Siz bir de Suriye’li çocukları görün!” diyor.
Dönüş için vapura biniyorum. Güverteye çıkıyorum. Yanımda iki genç çocuk. Birisi karşı sahillri fotoğraflıyor.
“Ne güzel şu İstanbul değil mi diyorum.” Gelecek cevaba hazırlıklıyım.
Fotoğraf çeken yüzüme bile bakmıyor. Yanımda oturan veriyor cevabı:
”Hiçbir yeri güzel değil. Zerre kadar sevmiyorum!”
“Öyleyse niye buradasınız?”
“Mecburuz. Görülecek işlerimiz var!”
“Hain ve düşman olduğunuzu anlamıştım zaten. Ama hangi düşman safında yer alıyorsunuz onu çıkaramadım!”
Ya sizler! Meclisteki renklerin çoğalmasından yanasınız öyle mi?
Bir ülkede demokrasi ancak bu yolla elde edilebilinir sizce!
Dört bir yanı düşman sarmış.
Siz hala dilinizde kendinizin bile inanmadığı yalanlarla insanlığa katkı sağladığınızı mı sanıyorsunuz o küçücük aklınızla yoksa!