13
Yorum
1
Beğeni
0,0
Puan
2081
Okunma


9.Bölüm
İki aracın ancak sığabileceği dar ama oldukça düzgün asfalt yoldan, arka koltukta debeleşen çocuklarımın ve hemen yanı başımda oturmuş, bulduğu her fırsatı şoförlük konusunda nutuk atabilmek için değerlendiren eşimin şikayetlerine asla kulak asmadan, gözlerimin önünde uzanan muhteşem manzarayı seyretmekten müthiş bir keyif alarak, aheste aheste yürütüyorum otomobili. Biraz önce fırından aldığımız sıcacık lavaş ekmeğinin buğusu ön camı, nefis kokusu ise burunlarımızın direğini terletmiş durumda. Piknik yapacağız bahanesi ile eşim tarafından cebren sabah kahvaltısından mahrum bırakılmış midemizin gürültüsü, zamanın öğleye doğru yelken açtığı bu koordinatlarda, gerçekten motorun gürültüsü ile yarışa tutuşmuş vaziyette.
Sıcak ve rutubetli bir hava...İskenderun Körfezi’nin bu final noktasında, yaz mevsimi, olanca realitesi ile kendini hissettirmeye başlamış. Tüm camları açık olan aracın içine, yarıp geçtiğimiz hava akımının hoş serinliği yayılmakta. Kızlarımın popüler radyo istasyonundan süzülen hareketli bir pop müzik melodisine, dudaklarımızdan yükselen hafif mırıltılar eşlik etmekte. Küçük oğlum ise, ablalarına inat, günün meşhur bir Karadeniz oyununun güftesini haykırmakta avaz avaz. ’Arafil’li, Faroz’li,mahallenin Masti’si. Oynayalım uşaklar, Trabzon Kolbastisi.’ Aracın içinde bir curcunadır gidiyor.
Yolun her iki tarafında, bakımlı ve müthiş güzellikte narenciye bahçeleri uzanıyor. Koyu yeşil yapraklar ile hoş bir uyum sağlayan sarı mandalinaları henüz göremiyoruz dallarda; hem küçük, hem de yeşiller bu aralık. Sol yanımızdan, yolu takip eden bir su arkı mevcut. Oldukça yoğun ve yüksek kamışlarla yoldan ayrılıyor ark. İstisnasız, her bahçenin başlangıcında serpe serpe akan bir su çeşmesi ve ona gölge yapan yüksekçe meyve ağaçları dikkat çekiyor. Dut ve elma ilk sırada gelmekte bu meyvelerin içinde. Okaliptüs gibi meyve vermeyen, defne gibi hoş kokulu ağaçlara da rastlamak mümkün. Gelip geçen yolcular, bu ağaçların gölgelerinde dinlenmekte, akıp giden soğuk ve lezzetli suyla da hararetlerini dindirmekteler.
Araç ve insan trafiği seyrek bu sevimli yolun, ileriki kilometrelerde içinden geçtiği Adana’nın Ceyhan ilçesine bağlı Kurtkulağı köyünde yer alan ve restore edilerek müzeye dönüştürülen kervansaraylar, aslında tarihi İpek Yolu’nun bir parçası olduğunu anlatıyor bizlere. Ona duyduğumuz sempati bir kat daha artıyor böylece.
Çok zaman geçirmeden, Burnaz Deresine ulaşıyoruz. Tamamı sazlıklarla kaplı, temiz ve berrak akışı ile insanın ilgisini çeken güzel bir dere burası. Hemen yanı başında, yörede oldukça şöhrete sahip bir su gözesi bulunmakta. Aracımızı park ediyor, pet şişelerimizi doldurmak için kuyruğa giriyoruz. Dere ile yolun kesiştiği bölgeye kurulu olan ve işletmesini sitedeki komşu ailelerden birinin yaptığı balık çiftliğine uğruyor eşim, halini hatırını soruyor komşu hanımın. Taze balık ikram etme konusunda ısrarcı oluyorlar ama, çocukların tavuk ızgara yapma isteğini öne sürerek, nazikçe reddediyor bu teklifi.Teşekkür ediyor, yolumuza devam ediyoruz.
Yirmi metre kadar ileride, yolun soluna dikilmiş olan büyük levha, Burnaz Plajının istikametini gösteriyor bize ve ana yoldan ayrılarak işaretlenen yöne, Akdeniz’e doğru yöneliyoruz. Bahçeleri kamışlardan imal edilmiş çitlerle çevrili, tek katlı ve oldukça güzel görünümlü bir kaç çiftlik evini geçip, menzile ulaşmanın rehaveti içerisinde sesiz sakin akan dereyi takiple sahile, İskenderun Körfezi’nin küçük dalgalı, sığ ve sıcak denizine ulaşıyoruz.
Sık Okaliptüs ağaçları ile çevrili, güzel bir mesire yeri burası. Göz alabildiğine uzanan geniş kumsalların ve asla boğulma tehlikesi olmayan sığ denizin tadını çıkaran insanlar ile dolmuş taşmış her taraf. Küçük derenin kocaman Akdeniz ile kucaklaşması, gerçekten seyre doyum olmayacak harika bir tablo oluşturmuş. Küçük balıkçı ve gezi tekneleri, sığ sulardan adeta kayarak dere ağzına geliyor, hoş bir manevra ile dere sularına süzülüyor, kamışlarla çevrili küçük iskelelere tutunup, bir dahaki seyahate kadar dinlenmeye çekiliyorlar.
Çocuklar, her ne kadar memlekette, öfkesi ile meşhur Karadeniz’in o tehlikeli sahillerinde doğup büyümeseler de, damarlarında gezine kan gereği denize aşıklar.Heyecanla ayakkabılarını çıkarıyor,sıcak kumların tabanlarını kavurmasına aldırmadan, haykırışlar arasında sahilde oynaşan küçük dalgalarla kucaklaşmaya koşuyorlar. Eşim ve ben, alçak ve gölgesi bol bir ağaç yavrusu buluyor, doğanın ve manzaranın tadını çıkarmaya müsait bir pozisyonda serinine yerleşiyoruz.
Temiz havada, denizle sarmaş dolaş vaziyette, güzel manzaranın kucağında zaman çabuk ilerliyor. Yemek, deniz, kum derken, ailenin her bir bireyi oldukça yorgun düşüyor ve bir süre sonra herkes kendini bir serin köşenin huzurlu sessizliğine teslim ediyor; tam tarifi ile resmen mayışıyorlar. Hafiften hafiften uyku seanslarına başlamak üzere olanlar bile gözlemlenebiliyor.
Masaları kurmuşuz; yemekleri hazırlamışız; mangalı kıvama getirmiş, tavukları kızartarak ahalinin beğenisine ve damak zevkine sunmuşuz. Bütün bu çabalarımızın sonucunda da, birazcık yorgun düşmüşüz resmen. Şöyle sakin bir kenara portatif koltuğumu yerleştirmiş, büyük bir keyifle içine gömülmüş,okumaya fırsat bulamadığım günlük gazetemin spor sayfalarına tam balıklama dalmıştım ki; küçük kızımın muzip sesi yankılandı kulağımda;
-Baba, akşam hikayemiz yarım kalmıştı. Ne zaman devam edeceksin? Nusret’i gerçekten merak ettik biz.
Al başına belayı. Kem küm ediyorum, ufak tefek bahanelere sığınıyorum, bir yolunu bulup sıyrılayım durumdan diyorum ama, bizim canavarlar fırsat verir mi? Anında hepsi birden çullanıyor, doğal olarak da boyun eğmek, hikayeye kaldığımız yerden devam etmek bana düşüyor.
------------------
Kapalı, ama yağışsız bir gece. Gelibolu tepelerine hafiften bir pus çökmüş gibi. Oldukça sevimsiz, sıkıntılı, huzursuz bir zaman dilimi. Saat epeyce ilerlemiş, 8 Mart 1915 sabahına merhaba demeye hazırlanmakta gün. Çoktan beridir top gümbürtülerine aşina olan bu talihsiz coğrafya, bu gece tuhaf bir sakinliğin kucağında mışıl mışıl uyumakta. İtilaf donanmasının gözcü gemileri, dur durak dinlemeden devriye atmakta boğaza girişinde, en küçük harekete anında müdahale etmekteler. Türk tabyalarında ise, uykunun küçücük bir esintisinin dahi gözlerini yalayıp geçmesine izin vermeyen, her şeyi ile kendini vatanına teslim etmiş genç insanlar, pür dikkat boğazın karanlık sularını gözlemlemekteler. Bilhassa Anadolu Tabyalarının özel bir görevi vardı o gece. Nusret’i korumak...
Gecenin ilerleyen saatlerinde, Anadolu yakasına yakın bir rota takip ederek, boğaz girişine doğru süzülüp gitti Nusret. Almanya’nın Kiel şehrinde imal edilen ve 1913 yılında Osmanlı donanmasına katılan bu 365 tonluk, kırk mayın kapasiteli küçük mayın döşeme gemisi, iki yıllık ömrünün en önemli ve en tehlikeli görevini yüklenmişti belki de o gece. Zira, boğaza döşenmiş on sıra mayın hattının üzerinden geçilecek, boğaza girişinde karakol tutan düşman gemileri atlatılacak, verilen plan doğrultusunda ambarında bulunan 26 mayın, hem arama tarama, hem de uçakların far etmeyeceği bir şekilde boğaza dökülecek.
Gemideki 61 personel, önce birbirleri ile helalleştiler, sonra adeta nefeslerini tutarak göreve uygulamaya koyuldular. Derinliği 3,4 m olduğu için, genellikle 4,5m ye döşenen sabit mayınların üzerinden vukuatsız geçti Nusret. Bir serseri mayına denk gelmemek için, hepsi beraber Allah’a dua ettiler. Uzaklardan, karanlığın ürkütücü sakinliğindeki bataryalardan kendilerini izlemekte olan savaş arkadaşları da iştirak ettiler bu duaya. Uzun yıllardır savaştan savaşa koşmaktan yorgun düşen bir millet, çoluğu-çocuğu ile, genci-yaşlısı ile, kızı-kızanı ile dua etiler.
Karanlık Liman’a varıldı, istenilen bölgeye yanaştırdı gemiyi Yüzbaşı Hakkı Bey. Hafız Nazmi Bey’den talimatı alan Onbaşı Mehmet, ’Bismillah’ çekip, memleketi kokan, kara sevdası kokan, yavrusu kokan mayınları salıverdi suya. Kısa bir süre sonunda görev tamamlanmış, belki de tarihin akışını değiştirecek olan ve bin bir zahmetle Karadeniz kıyılarından toplanarak Çanakkale’ye ulaştırılan 26 mayın, boğazın serin ve karanlık sularındaki yerini almıştı.
Görevinden vukuatsız geri döndü Nusret. Tüm personeli birbirlerini kutladılar, ana karargahtaki kumandanlar da tebriklerini kabul ettiler. Gün ağarıp, etrafa aydınlık düştüğünde, sessizce Nara’ya yanaştılar; görevlerini başarıyla yapmanın getirdiği derin bir huzur atmosferinde istirahata çekildiler. İki gecedir uyumamanın getirdiği yorgunluk, her birinin gözlerinden akıyordu resmen. Mutlu bir şekilde yataklarına uzandılar, gönül rahatlığı ile uykuya daldılar. Gemi komutanı Yüzbaşı Tophaneli Hakkı Bey’in tekleyen kalbi, bu heyecanlı görevin yerine getirilmesi konusunda bir sorun çıkarmadı ama, maalesef altı ay kadar sonra ebediyen sustu.
Nusret’in operasyona çıktığı o geceden on gün sonra, takvimlerin 18 Mart 1915’i gösterdiği günün sabah saatlerinde, itilaf donanması saldırıya geçti. Bu geçen on gün zarfında, ne mayın tarama gemileri, ne de uçaklar, Nusret’in Karanlık Liman’a döşediği mayınları tespit edemediler. Bu büyük hatanı nedeni anlaşılamadı. Ya tahmin etmedikleri bir bölge idi, ya da üstün körü bir tarama yapmışlardı. Hatta, bu konuda görevli bir pilotun, gemi direğine asılarak idam edildiği bile rivayet edildi.
Kısa bir zaman zarfında, itilaf donanmasının üç büyük gemisi mayınlara çarparak battı, üçü de ağır yara aldı. Bataryalardaki topçularımızın amansız ve mucizevi muharebesi sonucunda, elini kolunu sallayarak İstanbul’a gideceğini zanneden düşman, hiç beklemediği, tarihlerine bir kara sayfa olarak yazılan müthiş bir yenilgi aldı. Çanakkale’yi geçemedi. Asla geçemeyeceğinin de farkına vardı.
Yılmadılar. Gururluydular zira. Ölüm döşeğindeki bir hasta adama mağlup olmanın derin acısı kaplamıştı yüreklerini. Ardından kara savaşları başladı, Gelibolu’ya saldırdılar. Bilmiyorlardı, orada da Mustafa Kemal adında bir inançlı komutan, ölüme hazır askerleri ile pusuya yatmış beklemekteydi. Dünyanın dört bir tarafından kuvvet getirdiler; insafsızca, vahşice saldırdılar, yine de başarılı olamadılar. Çanakkale, çökmekte olan Osmanlı’nın son parlayan yıldızı, son zafer madalyası oldu.
Pulathane’den başlayıp, Çanakkale’nin Karanlık Limanında nihayete erişen hikayem aslında bu noktada bitmişti ama, bir hüzün rüzgarının esintisine kapılmış, öyle mahzunca dinlemekte olan aile bireylerine son bir bilgiyi daha aktarmak geldi içimden. Belki bir bukle sevinç tohumu düşürürüm bu sayede gönüllerine diye düşündüm.
Bu olaydan bir yıl sonra, Kafkas cephesi çöktü ve savunma konusunda hiç bir destek alamayan Erzurum da fazla dayanamadı, düşmen kuvvetlerinin eline geçti. Rus kuvvetleri vakit geçirmedi, Erzurum’un hemen ardından Doğu Karadeniz sahillerini işgale başladılar. Yörenin dağlık bir coğrafyaya sahip olmasından dolayı, Doğu Anadolu’ya yayılan askerlerinin lojistik desteğini kara yolu ile yapamayacağını, en kolaya ve uygun yolun da Trabzon limanı olduğunu biliyordu zira.
Anadolu’nun Kuzey Doğusunu teşkil eden bu zahmetli bölgede, dört cephede savaşa girmemizin getirdiği realite sonucunda, doğal olarak çok az sayıda askerimiz mevcut. Var olanlar da, ne işgale direnecek güce, ne de donanıma sahipler. Devletten yardım alamayacağını anlayan halk, ister istemez başının çaresine bakma yoluna gitti, gönüllü direniş çeteleri kurdu. Küçük gruplar halindeki bu direniş çeteleri, doğup büyüdükleri bu vahşi coğrafyanın kendilerine tanıdığı imkanı iyi kullandılar. Aşılması zor dağlar ve vadilerden yararlandılar; ellerindeki iptidai silahlar ve az miktardaki cephane ile, düşmanın her bakımdan üstün güçlerine direndiler. Bu direniş işgali yavaşlattı, batıya, memleketin emniyetli bölgelerine hicret etmeye başlayan sivil halkın,(Ki bunların çoğu erkekleri cephelerde savaşta olan kadınlar, çocuklar ve yaşlılardı) en azından can güvenliğini sağladı.
Bu hicret olayı, başlı başına bir hikaye konusudur. Yöre insanların Muhacirlik diye isimlendirdikleri bu göçte, nice çileler çekilmiş, nice sefaletler yaşanmış, nice insanlar ölüp gitmiştir.Bu konuda, bu güne kadar ne doğru dürüst bir roman yazılmış, ne de bir film yapılmıştır.Oysa bu yörede, bir milat olarak anılır o göç olayı. Doğum tarihleri bile, muhacirlikten önce, muhacirlikten sonra şeklinde tarif edilir.
Hicret, iki yıl sürdü. Giresun’un Tirebolu ilçesi doğusundaki Harşit Çayına kadar geldi Rus ordusu. Çokça girişimlerde bulunsa da, yöre çetecilerinin ve askerlerimizin orada kurdukları savunma hattını aşamadı. Ancak, asıl sürpriz 1917 sonlarında yaşandı. Çanakkale’yi geçemeyen itilaf devletleri, ekonomik ve askeri yönden epeyce müşkül durumda olan Rusya’ya yardım edemediler. Bu durum, ihtilal için fırsat kollayan Bolşeviklerin işine yaradı, Komünist ihtilal gerçekleşti, çar ve ailesi öldürüldü. Kısa bir süre sonra da, batının Kapitalist devletlerinin yanında yer almayacağını bildiren yeni yönetim, Çar’ın sıcak denizlere inme hayali ile omuz verdiği savaştan çekildi.3 Mart 1918 tarihinde, Osmanlılar ile Brest Litowsk anlaşması yaptılar, 93 harbinde işgal ettikleri Batum, Kars ve Ardahan’ı geri verdiler.
Sonuç olarak, 1918 Nisanından itibaren işgal ettikleri bölgelerden çekildi Ruslar. Muhacirliğe çıkan halktan sağ kalanlar, iki yıllık bir sürgün döneminin ardından vatanlarına geri döndüler. Hiç kimse bu mucize geri dönüşün, Asiye gelinin Pulathane sahillerinden toplayıp Çanakkale’ye gönderdiği, orada da eşi Onbaşı Mehmet tarafından Karanlık Limana dökülen mayınlar sayesinde hayat bulduğunu öğrenemedi.
Hikayeyi noktalamamın zamanı gelmiş, söylenecek cümlelerim tükenmişti. İyice içine gömüldüğüm portatif koltuğumdan tam doğruluyordum ki; öyle dalgın dalgın ağzımın içine bakan oğlum atıldı hemen merakla;
-Peki baba, Tarsus’ta ne arıyor öyleyse Nusret? Neden Çanakkale’de değil?
-Hımm!... Önemli ve yerinde bir soru. Nusret’in kıymetini ve o gece yaptığı işin büyüklüğünü, o günlerde biz fark edemedik maalesef. Savaştan yıllar sonra, Çanakkale savaşında İngiliz Deniz Bakanı olan Churchill’in, bir Fıransız degisine 1930’lu yıllarda verdiği demeç sayesinde gündeme ve aklımıza düştü Nusret. O mesaj şuydu; ’Birinci Dünya Harbinde bu kadar insanın ölmesine, harbin ağır masraflara mal olmasına, denizlerde 5000 tane ticaret ve harp gemisinin batmasına başlıca sebep, Türkler tarafından Çanakkale’nin karanlık sularına atılan ve incecik bir çelik halat üzerinde sallanan 26 adet mayındır.’’
1955 yılında emekliye ayrıldı Nusret. Gölcük Tersanesine getirildi ve müze olması istendi. Hangi fikirler ve hangi güçler engel oldu bilinmez, bu güzel düşünce gerçekleşemedi; üstüne üstük 1962 yılında sivillere satıldı. Kaptan Nusret adı altında, 1990 yılına, Mersin limanında batıncaya kadar kuru yük gemisi olarak çalıştı. 1999 senesinde, bir grup gönüllü tarafından tekrar su yüzeyine çıkarıldı. Limanın bir köşesinde Yavuz ve Midilli gibi jilet olmayı beklerken, Tarsus Belediyesi’nin tarihimize duyarlı insanları tarafından fark edildi ve satın alınarak Tarsus’a getirildi. Aslına uygun olarak restore edildikten sonra, şimdiki Çanakkale Parkına yerleştirildi. Daha sonraki yıllarda, tersanelerimizde bir kopyası inşa edildi Nusret’in ve ait olduğu yere, Çanakkale’ye gönderildi.
Hikaye sona ermiş, tüm sorulacak sorular sorulmuş, verilecek cevaplar verilmişti. Güneş, yavaş yavaş Amanos dağlarının çam, gürgen, sedir, ladin ve ardıç kaplı sık ormanlıklarının nihayet bulduğu ve kel bir insan başını andıran ’Keldaz’ doruğuna doğru süzülmeye başlamış; iyice zayıflayan ışıkları, bulunduğumuz coğrafyanın zaten güzel olan tablosunu, enteresan gölge oyunları ile bir kat daha ilgi çekici hale getirmişti. Nereden, hangi yönden çıkıp geldiğini anlayamadığımız hafif ve ılık bir rüzgar, tatlı tatlı tenimizi okşamaya başlamış, üzerimize hoş bir rehavet çökmesine neden olmuştu.
Yerimden kalktım, bir kaç yudum su ile kuruyan boğazımı ıslattıktan sonra, yarenlik ettiğimiz küçük ağacın büyüyen gölgesine serili olan piknik kiliminin üzerine uzandım. Gözlerimi kapadım; bu güzel memleketi, bu huzurlu ortamı, bu kıymetli vatanı bizlere kanları, canları pahasına da olsa armağan bırakan atalarımın ruhlarına bir kez daha dualar mırıldandım. Vücudumun her zerresini kaplayan inanılmaz bir hazzın kucağında, böyle muhteşem bir coğrafyaya sahip olmanın gururu içinde, akşam karanlığı çökene, eşimin zoraki uyandırışına kadar uzanacak hoş bir uykuya daldım. (Bitti.)
Bir tutam hayat-28.03.2015-Trabzon