Paranın öldürdüğü ruh, kılıcın öldürdüğü bedenden fazladır. walter scott
Bir tutam hayat
Bir tutam hayat

En yaşlımızın bile, bu vatan için yapabileceği bir şeyler vardır.

Yorum

En yaşlımızın bile, bu vatan için yapabileceği bir şeyler vardır.

15

Yorum

2

Beğeni

0,0

Puan

1921

Okunma

Okuduğunuz yazı 11.3.2015 tarihinde günün yazısı olarak seçilmiştir.
En yaşlımızın bile, bu vatan için yapabileceği bir şeyler vardır.

En yaşlımızın bile, bu vatan için yapabileceği bir şeyler vardır.

4.Bölüm

Sıkıntılıydı gece.

Yıl boyu geniş ve koyu yeşil yapraklarını dökmeyen yüksek karayemiş ağaçlarının gölgesine kurulmuş; bir buçuk katlı,alçak damlı, küçük pencereli, yoğun bitki örtüsüne inanılmaz uyum sağlamış, doğanın uzak köşelerine serpiştirilmiş olmanın getirdiği yalnızlık duygusunun mahzun esintilerine yakalanmış gibi ürkek bir sakinlikte uyuyan ahşap köy evleri... Koyu yağmur bulutlarının boyunduruğu altında inleyen ve çaresiz bir küçük çocuk misali, ’zifiri’ sıfatının sevimsiz realitesinin kucağına sığınmış mazlum gök yüzünün, belki de zamanın mezalimliği ardından döktüğü göz yaşlarının altında, öylesine ıslanıp durmaktalar.

Evlerin, ahırların, tütün damlarının kapıları sıkı sıkıya kapatılmış. Genelde hep açık duran çiçek desenli basma perdeler, bu kez alışılagelmişin tam aksine, insanların barındığı küçük odaları dış dünyanın karmaşık realitesinden tam manası ile soyutlamışlardı. Seyrek düşen yağmur damlalarının, gaz tenekelerinden imal edilmiş ve katran ile sıvanarak, rutubetli doğa şartlarından korunaklı hale getirilmiş çatı kaplamasıyla öpüştüklerinde çıkan tıkırtı dışında, pür dikkat geceyi dinlemekte olan insanların kulaklarına,başka hiç bir yabancı sesin yolu uğramıyordu.

Bakılıp beslenmeleri, sevilip değer verilmeleri karşılığında, kendilerinden beklenen koruma-kollama vazifelerini layığı ile yerine getirdiklerini ispatlama, bir bukle de sahiplerine yalakalık yapma telaşında olan köy köpekleri dahi, havaya yayılan bu negatif enerjiyi fark etmiş olacaklar ki, her biri bir kuytuya çekilmiş, zamanın getireceği enteresanlıkları beklemeye koyulmuşlardı. Yüksek zeytin ağaçlarının küçük ve cesur yaprakları ile oynaşmakta olan rüzgar bile, her zamankinden daha bir sessiz, daha bir sakin, daha bir temkinliydi o gece.

Yoroz burnunun doğu kısmında yer alan ve sert karayel rüzgarına kapalı bu körfezdeki sakin sular, doğudan batıya, ya da batıdan doğuya yolculuk yapmakta olan yelkenli takalara, geceyi emniyetle geçirebilecekleri güvenli bir ortam sunmuştur daima. Oysa bu uğursuz gecede, denizin üzerinde uykuya yatmış ak kanatlı martılara benzeyen o güzel yelkenlilerden dahi hiç bir eser yoktu. Her biri başka suların kucağında, başka körfezlerin yerenliğinde idiler belli ki.

Hemidiye kayasının, asırlardan beri yaşamakta olduğu sahilindeki küçük yarın hemen nihayetinde yer alan karaağaçların eteklerini kaplayan mora kafulluğunun (Böğürtlen çalılığı) ardına çömelmiş, ellerindeki çakar almaz tüfeklerle nöbet tutmakta olan iki delikanlı, gerekli tedbirleri almalarına rağmen, gece boyu süren ve çisil çisil yağmakta olan yağmurun etkisi ile, tam anlamı ile birer ıslanmış sıçana dönmüşlerdi. Buna rağmen, ne yağmura, ne de uykusuzluğun tonlarca ağırlığı ile göz kapaklarına çöreklenmesine aldırmıyorlar, pür dikkat denizin ufuklarını gözetliyor, muhtemel bir tehlike durumunda köyü haberdar edebilmek için, olanca güçlerini saf ediyorlardı.

Gerçi, ellerindeki iptidai tüfekler ve yetersiz cephaneleri ile, Urusun devasa toplarla donatılmış gemilerine karşı pek şansları yoktu ama, sonuçta bu toprağa sahip olabilmenin öyle uzaktan gülle sallamakla olamayacağının, göğüs göğüse muharebenin kaçınılmaz olduğunun farkındaydı her biri. Gavur, bir şekilde karaya çıkmak ve buraları asırlardır vatan bilen bu insanları ya öldürmek, ya da toprağından söküp atmak zorunda idi. Bu da, hiç öyle kolay gerçekleştirilebilecek bir durum değildi.

Fatih Sultan Mehmet’in, Bizans İmparatorluğunu yerle yeksan edişinden sekiz yıl sonra, Doğu Karadeniz Dağlarının dumanı eksik olmayan doruklarını, kervan geçmez- kuş uçmaz vadilerini, oldukça meşakkatli bir süreç sonunda ordusu ile aşıp, Anadolu’daki son Rum hükümranlığı olan Trabzon Pontus’u Türk vatanı kılmasından o güne kadar dört buçuk asırdan fazla bir zaman geçmişti. Tam dokuz nesildir, bu zor coğrafyada Osmanlı’nın bayrağını şerefle, gururla dalgalandıran bu cefakar insanlar, gözden ve gönülden uzak düştükleri zaman dilimlerinde bile topraklarını asla düşman çizmesi basmasına izin vermemişler, yeltenenlere de anında gerekli cezayı kesmişlerdi.

Sadece bir kez, yaşadıkları zamandan 105 yıl önce, 1810 yılının Ramazan Bayramı sabahı, bayram namazı kılınırken memleket toprağına asker çıkarma cüretinde bulunmuştu Moskof gavuru. Çoluk- çocuk,kız- kızan, yaşlı-genç tüm ahali, ellerine ne geçirmiş iseler, balta, kazma, kürek, orak, kurebi ile düşman üzerine yürümüş; 48 kadın, 921 erkek olmak üzere 969 şehit verme bahasına da olsa, gerisin geriye,Karadeniz’in öfkeli dalgaları arasına gömmüşlerdi düşmanı. Belki o kahramanları, belki o Sargana destanını tarih yeterince yazmamış, hatıralarını ölümsüz kılmak babından doğru dürüst bir çalışma sergilenmemişti ama, en azından gönüllerde yaşatılmış ve hikayeleri dilden dile aktarılarak o güne kadar ulaşmıştı.

Atalarının, kanları, canları pahasına koruduğu, kolladığı ve kendilerine emanet ettiği bu vatan toprağını, imkansızlığın yürek acıtan gerçeğine sığınıp, savaşmadan nasıl düşmana teslim edilebilirdi? Topa karşı, gemiye karşı, tüfeğe karşı, torpile karşı, (Hatta ve hatta çok kısa bir zaman sonra şehir üzerinde ilk kez görünecek tayyareye karşı) ellerine ne geçerse onunla vatanlarını, topraklarını savunacaklardı. Var oluşlarının asıl sebebi bu değil miydi zaten? Köyün, yirmi ile kırk beş yaş arasındaki erkeklerinin her biri, vatanın dört bir yanındaki cephelerde, bu nedenle, bu kutsal gaye uğruna savaşmakta değiller miydi?

Dağların denize bakan yamaçlarını kendine yurt bellemiş yağmur bulutları, zaman sabah ezanına doğru yürüdüğünde yükselmiş, sonu gelmeyecek gibi yağan yağmur da biraz soluklanır gibi olmuştu. Araziye yayılmış köy evlerinin önlerinde, sabah namazının abdesti için su tedarik etme çabasındaki insanların alışılagelmiş hareketleri hissediliyordu. Köpekler, sığındıkları kuytu yerlerden başlarını çıkarmış, aheste aheste sağda solda dolaşmaya; horozlar ise, asli görevlerini yerine getirmek gayesi ile en müsait yere tüneyerek, uzun uzun ötmeye başlamışlardı. Bu sakin sahil köyü, zahmetli bir güz gününe daha merhaba demek üzereydi.

İşte tam bu sırada batıdan, Akçakale burnundan bir küçük yelkenli taka kendini gösterdi; hafif esen rüzgarı da arkasına alarak, beyaz yelkenlerini iyice şişirip, oldukça sakin ve sahile yakın bir rotada süzülüp geldi köy sularına doğru. Çalılık arkasında sipere yatmış delikanlılar, takanın bir kuğu misali deniz yüzeyinde akıp gidişini zevkle seyrederken, aniden yükselen gök gürlemesini andıran korkunç bir sesle yerlerinden fırladılar; dengelerini yitirip, dikenli çalılıkların üzerine yuvarlandılar.Gecenin sessizliğini yırtan o müthiş ses, tam anlamı ile köyü yerinden oynattı. İnsanlar, ne olduğunu anlayamadılar, diken üzerinde geçirdikleri gecenin finalindeki bu şok,büyük bir telaşa kapılmalarına neden oldu. Sabah namazı için uyanmış olan yetişkinler, uykunun en güzel yerindeki çocuklarını kaptıkları gibi dışarı fırladılar, kendilerince emniyetli gördükleri bölgelere doğru koşmaya başladılar. Her biri, Urus gemilerinin köyü bombardımana tuttuğundan çok emindiler ve hem kendilerinin, hem de çocuklarının canını kurtarabilmek gayesi ile, olabildiğince erken atış menzilinden çıkma çabası içine girmişlerdi.

Oysa, olayın rengi hiç de düşündükleri gibi değildi. Ne denizlerinde düşman gemileri vardı, ne de köylerine düşen tek bir top güllesi. Deniz yüzeyinde gemi flan yoktu ama, sağa sola dağılmış bolca tekne parçaları yüzmekteydi. Kısa bir süre sonra, vücutlarını kaplayan mora dikenlerini temizleme çabasındaki iki köy delikanlısından, olayın gerçek yüzünü öğrendi köylüler. Trabzon istikametinde seyahat etmekte olan küçük yelkenli taka, Rus’ların denize döşediği torpillerden birine çarpmış, meydana gelen patlama neticesinde de paramparça olmuştu. Böylece, köy sularına döşenen paslı tenekeler ilk görevlerini yerine getirmiş, günahsız bir kaç gemicinin ölümüne sebep olmuşlardı.

Rusların da asıl gayesi oydu zaten. Bu sularda, hiç bir teknenin hareket etmesini istemiyorlardı. Nedeni basitti. Kolay ve masrafsız olduğundan, bu yörede ulaşım hep deniz yolu ile sağlanmıştır tarih boyunca. O günlerde Anadolu’da doğru dürüst bir demir yolu bulunmamaktaydı.(Olanlar da ecnebi kontrolünde idi.) 1.Dünya savaşı evvelinde, Kafkas cephesini savunan 3.Ordunun ikmali dahi, önce İstanbul’dan deniz yolu ile Trabzon’a, oradan da iptidai ulaşım vasıtaları ile (Genellikle katır arabaları) Erzurum’a aktarma sureti ile sağlanıyordu. İşte bu nedenle Ruslar, bu sularda hareket eden hiç bir deniz vasıtasına yaşama hakkı vermiyor, karşılarındaki ordunun ikmal yollarını kesmek için her yöntemi deniyorlardı. Vatanları için canlarını hiçe sayan bu insanların, küçücük takalarla bile ordularına malzeme taşıdıklarını çok iyi biliyorlardı zira. Buralarda yaşamakta olan Ermeni ve Rumlar, onların doğal casusları idi, haber alma sıkıntısı yaşamıyorlardı.

Yeri gelmişken buraya önemli bir not düşelim. Doğu Karadeniz bölgesinin zor coğrafik şartları, yol ve ulaşım konusunda tarih boyunca hep güçlükler yaşatmıştır yöre insanına. Üç kıtada at koşturan ve 600 sene bu topraklarda hükümdarlık süren koskoca Osmanlı Devleti bile,(Yavuz Sultan Selim’in tam 29 yıl Trabzon’da valilik yapmasına, oğlu Kanuni Sultan Süleyman’ın da burada doğup, on beş yaşına kadar kalmasına rağmen) idaresi altındaki bölgeleri onca muhteşem mabet, han, hamam, köprü, medrese,saray ile donatı ancak, nedendir bilinmez, bu güzel yurt köşesine elle tutulur ne bir yol yapabildi, ne de köprü inşa edebildi..

Kaleme aldığımız bu hikayenin yaşandığı tarihten yaklaşık bir yıl sonra, Sarıkamış felaketinin meydana gelmesinin, 90 000 vatan evladının Allahu Ekber dağlarının doruklarında, düşmana tek kurşun atamadan donarak şehit oluşlarının akabinde, Rus orduları Erzurum’u işgal etmiş, ardından da Karadeniz sahillerini ele geçirmeye başlamıştır. 1916-1918 yılları arasındaki Rus işgalinde muhacir olan yöre insanının büyük bir kısmı,(Bunlar genellikle yaşlılar, kadınlar ve çocuklardı.Çünkü erkeklerin hepsi cephelerde idiler.) deniz vasıtası bulamadığı için karadan, patika halindeki yolları takiben batı istikametine göçmek zorunda kalmıştır. Sadece bu yol problemi yüzünden binlerce insan ölüp gitmiştir o kara günlerde. Ama asıl felaket, Rus kuvvetlerinin en son ilerleyebildikleri nokta olan Harşit çayında yaşanmış, yürüyüp gidecekleri bir köprü olmaması nedeni ile karşıya, Türk siperlerinin ardına geçememişler, çok sayıda insan, çaresizlik, hastalık, açlık, ya da suda boğulma nedeni ile telef olmuşlardır.


Yakın bir geçmişte, bu yöreye yapılan sahil yoluna, çevrecilerin yoğun tepkileri, protestoları oldu. Doğa katlediliyor, sahiller kirletiliyor diye günlerce gösteriler yapıldı, gazetelerde çarşaf çarşaf aleyhte yazılar yayınlandı.O acı günleri, muhacirlik diye adlandırdığımız o mecburi göçte, sadece yol yüzünden, köprüsüzlük yüzünden çekilen eziyetleri, yaşanan felaketleri büyüklerinden dinleyen, tarihi hakkında bilgi sahibi olan insanlar, dudaklarında asılı kalan buruk tebessümlerle takip ettiler o gösterileri.

Denizdeki tehlike nedeni ile, balığa çıkmak yasaktı. En önemli gelir kaynakları olan tütün, tek alıcı durumundaki Reji şirketine geçen baharda teslim edilmiş, savaş nedeni ile ihraç edilemeyen ürün depolarda kalmış, dolayısı ile parası da çiftçiye ödenememişti. Gaz, tuz, şeker gibi ana ürünleri temin etmek imkansız gibiydi. Bereket versin ki, tütün üretimi dışında, kendilerine yetecek kadar mısır ekme alışkanlıkları vardı ve onun sayesinde ekmeksiz kalmıyorlardı. Bazen senede üç kez verim aldıkları kıt ama bereketli topraklarında yetiştirdikleri sebzelerin yanına, Karadeniz’in sunduğu nimeti, ana gıda maddeleri olan balığı da(Hele de Hamsi) eklediler mi, kendi yağları ile kavrulup gidiyorlar, böylece memleketi kasıp kavuran kıtlığın acısını çok fazla hissetmiyorlardı.

28 Kasım 1914 ve 10 Aralık 1914 tarihlerinde, Trabzon tekrar düşman gemilerince bombardıman edildi. Limanda ve çevre sahillerde bulunan tüm takalar tahrip edildi, köprüler yıkıldı. Ulaşıma engel olabilmek için, ellerinden gelen her şeyi yaptı Rus donanması ama, yöre insanını asla yıldıramadı. Ta ki, İttihat ve Terakki’nin tecrübesiz ve gözü kara kumandanı Enver Paşa’nın yanlış bir kararla, 22 Aralık 1914 tarihinde, Sarıkamış dağlarında milletin belini kırana kadar.

Doğuda, bu boyun büken, yürek yakan gelişmeler yaşanırken, batıda, Çanakkale cephesinde de ilginç olaylar cereyan etmeye başlıyordu. Yavuz ve Midilli’nin Rusya limanlarını bombardıman etmesine misilleme olarak, İtilaf Devletleri donanması, 3 Kasım 1914 tarihinde ilk kez Çanakkale sahillerini bombalıyor, çok zaman geçmeden, 25 Ocak 1915 tarihindeki İngiliz konseyinde de, Çanakkale’nin denizden geçilerek, Osmanlının kalbi olan İstanbul’un fethi kararı alınıyordu. Hasta Adam Osmanlı’nın, yetersiz, moraliz, yorgun ve teçhizatsız ordusu ile,o tarihlerde dünyanın en güçlü donanmasını kabul edilen bu büyük gücü durdurabilmesi imkansız görülüyordu.

İtilaf devletleri bu planları yaparken, Almanlar ve Avusturya-Macaristan ile ittifak cephesini oluşturan Osmanlılar da boş durmuyorlardı tabi ki. Böyle bir deniz harekatının yapılabileceğini tahmin ediyor, bu nedenle de Çanakkale ile İstanbul boğazlarının mayınlanması gerektiğini düşünüyorlardı. Plan güzeldi ama, o günlerde Osmanlı devletinin mayın üretme bilgisi, becerisi ve tesisi maalesef yoktu. Deniz yolları İngiliz donaması kontrolündeydi. Almanya-Türkiye kara yolu üzerinde yer alan Bulgaristan’ın ise, ittifak devletleri saflarında savaşa dahil olması oldukça gecikmişti. Sonuç olarak da, Almanya’dan mayın transferi,sıhhatli ve zamanında gerçekleşemiyordu. Öyle ise ne yapılmalıydı? Çare tekti. Patlama tehlikesi göze alınarak, sahillerimize dökülen tüm mayınlar usulünce toplanmalı, temin edilebilen tüm nakil vasıtalarına yüklenerek, acilen İstanbul’a, Bahriye Nazırlığına gönderilmeliydi.

Rus donanmasının köy sularına torpil döşemesinden otuz beş gün sonra, 22 Aralık 1914 günü kuşluk vakti, kahveci Kopuk Ali’nin çırağı Ömer, köy merkezinden mahallelere doğru uzanan dar ve yokuş patika yolu koşar adım geçti, su arkının hemen yanı başındaki tütün damına sırtını yaslayarak biraz soluklandıktan sonra, var gücü ile tarlanın nihayetindeki eve doğru seslendi.

-Hasan emice! Hasan Emice!

Evin doğu avlusunda odun kesmekle meşgul olan yaslı adam, kendine seslenildiğini duyunca, elindeki baltayı üzerinde odun yardığı kocama kütüğe sapladı ve sesin geldiği yönü kontrol edebilmek gayesi ile, toprağı kazma ile eşeleyerek oluşturulan bir kaç doğal basamağı inerek evin ön kısmına geçti.

-Ula ne bağırıp duriysin Ömer? Ne oldi? De bakayım bağa.

-Muhtar emice gaveye çağırıyi seni. Elindeki işini bıraksun, acele gelsun dedi.

-Geliyrim hamen.

Muhtar, Ömer’i böyle alel acele eve saldığına göre, gerçekten çok önemli bir mesele var diye düşündü Hacı Hasan. Yoksa, her zamanki gibi namaz saatini bekler, çıkışta kahveye toplayarak mesajını verirdi ahaliye. Çabucak kalktı; gemici gocuğunu sırtına, eski beresini başına geçirdi; en önemli aksesuarı olan tabakası ve çakmağını da itina ile cebine yerleştirdi. Ayağındaki kara lastik ayakkabılarını çıkardı, uzun boğazlı balıkçı çizmelerini giydi. Yola çıkmadan önce eşine seslendi.

-Hanım! Acele yaliya inmem gerekiyi. Çabuk dönerum geri. Varmidur bir isteğun?

Ahırdaki inekleri ile meşgul olan eşinin sesi geldi derinden.

-Yoktur efendi. Her şeyumuz tas tamam vardur.

Hacı Hasan vakit geçirmedi. Hızlı adımlarla sahile, köy kahvesine doğru yola çıktı. Tarlalardan toplanan taşların gelişigüzel döşenmesi sureti ile çamurdan arındırılmaya çalışılan dar yola alışık olan ayakları onu köy meydanına taşırken, her zaman yaptığı gibi çabucak ve maharetle bir kaçak sigara sardı, menzile varana kadar da zevkle tellendirdi.

Kopuk Ali’nin kahvesi, köyün orta yerinden akıp geçen ve yirmi metre kadar ilerde hoş bir delta yaparak denize ulaşan derenin üzerine kurulmuş olan tahta körünün hemen yanı başında, iki metre kadar yüksekteki ufak bir düzlüğe kurulmuş, doğu ve kuzey yönünde bolca penceresi olan, ahşap ve sevimli bir binaydı. Denize bakan kısmında küçük bir avlusu vardı ve yaz aylarında bu alanı çeviren yüksek zeytin ağaçlarının gölgesinde, hoş sohbetler yapardı köy erkekleri. Geceleri ise, zamanın en modern aydınlatma aracı olan lüks lambası bir ağacın dalına asılır, yatsı namazı akabinde, Kopuk Ali’nin maharetli elleri ile demlediği Rize çayı afiyetle içilir, günlük meseleler enine boyuna tartışılırdı.

Hacı Hasan kahveye vardığında, tüm köy erkelerinin oraya toplandıklarını, tam orta yerde yanmakta olan büyük odun sobasının etrafında yerlerini aldıklarını gördü. Askerlik çağı gelmemiş meraklı delikanlılar ve çocuklar da, soğuğa aldırmayarak dışarıdan kahvenin pencerelerine üşüşmüşler, merakla içerideki kalabalığı seyretmeye başlamışlardı. Çay ocağının hemen önüne iliştirilen iki alçak masa, üzerine temiz bir peştemal bezi serilerek hoş bir kürsü haline getirilmişti. Masaların arkasına dizilmiş küçük hasır sandalyelerde oturan muhtar Kalafatoğlu Mustafa, Kaymakam Sami Bey, Belediye Başkanı Serdarzade Münir Bey, Jandarma Kumandanı Tursun Bey ve kasaba müftüsü Ağanoğlu izzet Efendi, kendi aralarında hararetle günün konusunu tartışmakta, denizdeki torpil konusunda kaymakamı uyaran eski bahriyeli Mersinli Ahmet Çavuş da, yanı başlarına iliştirilmişmiş bir sandalyede sakin sakin oturmakta, kahveye doluşan köylüleri öylesine boş bakışlarla süzmekteydi. Muhtarın uyarısı ile kahvedeki mırıltılar kesildi, herkes dikkatini kürsüye yöneltti.

-’Uşaklar! Gaymagam beyin diyecekleri vardur bize. hele bir gulak verun habu tarafa.’ dedi ve sözü Kaymakam Sami’ye bıraktı.

-Arkadaşlar! Hepinizin malumu olduğu üzere, bir aydır sularımızda Rus torpilleri gezinmekte, bu durum da, hem balık avcılığı yapmamamıza, hem de takaların seyrüseferine engel olmaktadır. Dün itibari ile, valimiz Cemal Azmi Bey’den bir mesaj aldım. Devlet-i Aliye, Çanakkale kapılarına dayana düşman donanmasını engelleyebilmek için, sahillerimizdeki bu torpillerin acilen toplatılması ve bulunabilecek ilk vasıta ile İstanbul’a gönderilmesini istemiş bulunmaktadır.Bu olay, önemli ve tehlikeli bir iştir. Tecrübe ve teknik bilgi gerektirir ancak, maalesef sahillerimizde ne bir bahriye müfrezesi, ne de torpil işlerinde bilgili, ihtisas sahibi bir kimse vardır. Konu hakkında en bilgilimiz, işte yanı başımızda oturan, sizin de yakından tanıdığınız, Mersin köyünden Ahmet Çavuş’tur. Kendisi bu işe memur edilmiştir. Şimdi, bu vatan vazifesinde çalışacak gönüllülere ihtiyacımız vardır. Bu konuda ne demeniz vardır?

Kaymakam Sami Bey’in bu sorusu karşısında hiç kimseden bir cevap çıkmadı. Herkesin başı, kahvenin en uzak köşesinde sessizce oturmuş,ağır ağır doksan dokuzluk tespihini çekerken söylenenleri can kulağı ile dinleyen köyün en yaşlısı, Kofoğlu Temel Dede’ye döndü. Her zaman olduğu gibi, ilk söz söyleme hakkı onundu zira. Gelenek, görenek, terbiye bunu gerektiriyordu.

Temel Dede, başını iki kanatlı küçük pencerenin yağmur damlalarının kirlettiği camından dışarılara, Karadeniz’in lacivert ufuklarına çevirdi. Az bir süre düşündü, tespihin sallandığı sağ avucu ile ak sakallarını şefkatle sıvazlandıktan sonra kaymakama döndü.

-Gaymagam bey!. Düşman Çanakkale’ye dayandı deysin, sora da ha burada bizi lafa tutaysın. Ha buralara gadar zahmet edup gelmene ne gerek vardi da? Ha uradan haber yollasaydun,’Çabuk habu bombaları toplayıp, İstanbul’a yollayın’ desaydun, çoktan topladiyduk olari.

Temel dedenin bu gülümseten ve duygulandıran konuşmasının ardından, kahvede uzun süren bir sessizlik oldu. Görmüş geçirmiş adam, bir çırpıda, kendi lisanı ile çözümlemişti olayı. Sessizliği yine Temel Dede’nin azarlayan sesi bozdu.

-Ne duruysiniz ula? Kalkın bakayım hayde. Genç, gocaman, nene, gari, uşak ayirmayun; herkez denizun kenaruna goşsin. Vatanun, milletun bize ihtiyaci vardur. Bizi analarumuz, babalarumuz bu bün uçun dünyaya geturmiştur. Hadi bismillah!...(Devam edecek)


Bir tutam hayat-11.03.2015-Trabzon

Paylaş:
2 Beğeni
(c) Bu yazının her türlü telif hakkı şairin kendisine ve/veya temsilcilerine aittir. Yazının izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.
Yazıyı Değerlendirin
 
En yaşlımızın bile, bu vatan için yapabileceği bir şeyler vardır. Yazısına Yorum Yap
Okuduğunuz En yaşlımızın bile, bu vatan için yapabileceği bir şeyler vardır. yazı ile ilgili düşüncelerinizi diğer okuyucular ile paylaşmak ister misiniz?
En yaşlımızın bile, bu vatan için yapabileceği bir şeyler vardır. yazısına yorum yapabilmek için üye olmalısınız.

Üyelik Girişi Yap Üye Ol
Yorumlar
sami biberoğulları
sami biberoğulları, @samibiberogullari
17.3.2015 23:46:40
Sevgili Gökhan.

Yazdığın her yazı aslında günün yazısı olmayı hakkediyor ama ne yazık ki site yönetimi bu ödülü üst üste vermiyor.

Bir Tarih Öğretmeni olarak ziyadesiyle faydalanıyorum yazılarından. Tek üzüntüm ise bu öğrendiklerimi anlatacağım bir okulum yok artık.

Öğrenmenin yaşı yoktur diyenler ne kadar doğru demişler. Gerçekten de öğrenmenin yaşı yokmuş.

Günün yazısını ve yazarını can-ı gönülden kutlarım.

Selam ve sevgilerimle.
Davidoff
Davidoff, @davidoff
16.3.2015 16:32:16



Okul yıllarımda en sevmedim derslerden hangisi diye sorsanız, hiç tereddüt etmeden "TARİH" derdim.

Sonra da üzülerek ve utanarak söylüyorum ki, hep kopya çekerek sınıf geçerdim.

Akşam odama kapanır, küçük küçük kağıtlar hazırlardım (aman çocuklar duymasın.) Zaten o kağıtların hazırlarken, bir çoğu aklıma yer ederdi ya, hadi neyse... Alışkanlık mı olmuştu nedir Tarih dersinde kopya çekmek? Tarih Hocam bile çok iyi bilirdi benim kendi dersinde kopya çektiğimi de yanıma gelmezdi.

Bir insan bu kadar mı usta olur ya...! Hangi savaşın hangi kopya kağıdında yazdığını bilecek yani. Hocam bile gülümser öteki tarafa giderdi. Velhâsıl kelam, böylelikle suçumu ülkeme bağışlatmak için, yıllar sonra AÖF. den Sosyal Bilimleri tercih ettim ve kazandım. Paso bile almış kocaman bir öğrenciydim artık.

Aman Ya Rabbim. Sen ki, hiç orta okulda, lisede kopya ile sınıf geçen talebe, şimdi kalk üniversite de Sosyal Bilimler okumak iste. Cehennemi Dünya da tanımaya başlamış gibiydim sanki.

Verilen her kitabın kalınlığı bileğim kadardı. Dokunsalar ağlayacaktım ya, hadi neyse.

İşte o gün, bu gündür. Tarih benim için "KUTSALDIR."


-Şimdi diyeceksin ki BTH, okul ne oldu?

Ne okulu yaa, geçiniz. Pasoyu saklıyorum ama.



Öykü mükemmeldi.



Tebrik ederim...












kadiryeter
kadiryeter, @kadiryeter
14.3.2015 15:55:18


Sağlık dileğimle Selâm ederim...


kadiryeter Kadir Yeter. 14.3.2015 Kavakmeydan Mah.


w.edebiyatdefteri.com/yazioku.asp?id=139965
Bir tutam hayat -2


kadiryeter tarafından 3/14/2015 5:38:37 PM zamanında düzenlenmiştir.
kadiryeter
kadiryeter, @kadiryeter
12.3.2015 20:40:15

Ben bişe yazmaycim... çünki, okumadım... göz gezdirdim ve gidiyrım.

Bidâğa gelısam beki okurum...

Yazinın uzunluğu dikkatimi çektı.


Sağlıkla kal... Akçaabat'ta kal...

kadiryeter Kadir Yeter. TRABZON.

w.edebiyatdefteri.com/yazioku.asp?id=139965
Bir tutam hayat
grafspee
grafspee, @grafspee
12.3.2015 14:42:51
öykü diye başlayıp bittiğinde hem öykü, hem tarih, hem anı yazısı, hem gezi yazısı, hem de dram okumuş oluyoruz. betimlemelere ise diyecek söz yok. hocam bence siz trabzonun fahri tanıtım elçisi olmalısınız. keşke öyle bir imkan verseler. ellerinize sağlık.
Aynur Engindeniz
Aynur Engindeniz, @aynurengindeniz
12.3.2015 13:14:41
Bir Trabzonlu olarak keyifle okudum yazınızı.
Kutluyorum.
Saygılar.
Hasan Özaydın
Hasan Özaydın, @hasanozayd305n
12.3.2015 11:40:43
Biz askerlikten düştük onlar yapsın demeyip kadın çoluk çocuk vatan olunca işin içinde..
Tebrik ederim saygılarımla.
Serhat BİNGÖL
Serhat BİNGÖL, @serhatbingol
12.3.2015 10:48:17

Kıymeti hocam

Yazınızı okuyunca o yıllarda insanlarımızın ne zorluklar çektiği çok daha iyi anlaşılıyor. Rus gemilerinin Karadeniz bölgesindeki köylerimizi top ateşine tutarken yöre insanımızın kendi ülkesinin diğer bölgeleriyle tek ulaşım bağının sadece deniz yoluyla olmasını ve başka doğru düzgün ulaşım şartlarının olmamasını üzüntüyle okudum. Tam şu istemezük diyen kesimler görsünler, işte yolların köprülerin tünellerin yeri geldiğinde ne kadar önemli ve gerekli olduğunu diye içimden geçirirken ilerleyen satırlarda sizinde bu konuya dönük sözleriniz biraz olsun içime su serpti.

Her zaman olduğu gibi keyifle okunan bir yazı olmuş. Normalinde savaşla ilgili yazıları pek okumam ama sizin kaleminizden olunca başka bir çekiciliği oluyor yazının, kaleminize sağlık

Güne gelen yazınızı ve emeğinizi kutlarım değerli dostum.

Saygı sevgilerimle
Mesut Özünlü
Mesut Özünlü, @mesutozunlu
12.3.2015 10:00:58
Trabzon ilimizin dünden bugüne geliş ve yaşayış serüveni sıcak ve sahici bir üslupla anlatılmış. Hikâyenin sonuna doğru deniz mayınlarının toplanması konusunda Temel Dede'nin bir büyük olarak halkı harekete geçirici sözleri yazının başlığının neden "En yaşlımızın bile, bu vatan için yapabileceği bir şeyler vardır" şeklinde olduğunun cevabını teşkil ediyor. Karadeniz insanının yaşadığı zorluklar, vatan ve millet sevgisi, fedakârlığı, büyüklerine olan saygısı; içten, doğal ve samimi ifadelerle betimlenerek anlatılmaya çalışılmış. Yazarını yürekten kutluyorum. Mürekkebine ve ışığına sağlık diyorum. Selam ve saygıyla.

Mesut Özünlü tarafından 3/12/2015 10:00:34 AM zamanında düzenlenmiştir.

Mesut Özünlü tarafından 3/12/2015 10:03:08 AM zamanında düzenlenmiştir.
Semiray Sezgin
Semiray Sezgin, @semiray-sezgin
12.3.2015 05:19:47
Nasıl güzel bir tattı böyle...Bizimkilerin anlattığı hikayelerle birleşince inanılmaz lezzet aldım.Rus harbinde ailemin büyükleri Araklı'dan Samsun'a zorunlu göç yaşamıştır.Savaş bitince bir kısmı geri dönmüş bir kısmı Samsun'a yerleşir.Bir an kendimi Yakup Kadri'nin ya da Reşat Nuri'nin kitalarını okuyorum hissi uyandırdı ben de.Yazılarınızı ilk defa okumanın mahcubiyeti de var inanın.Çok güzeldi.Çoktan haketmiş efendim günün yazısı olmayı.Kutladım sizi ...saygılar...

Semiray Emre tarafından 3/12/2015 2:40:27 PM zamanında düzenlenmiştir.
tacettin yıldırım
tacettin yıldırım, @tacettinyildirim
12.3.2015 00:04:54
ah şu devam edecek olmasa diyorum ama her geçen gün dahada güzelleşiyor güne düşmeyi hakeden bir güzellikti,,,kutluyorum saygılarımla
Kemnur
Kemnur, @kemnur
11.3.2015 17:46:09
10 puan verdi
Her halde yazdıklarınızın en tiryaki okuru benimdir. Müthiş yazıyorsunuz. Bu romanın en az ikiyüzelli sayfalık bir kitap halinde kitabevi raflarında yer alması Türk edebiyatı için müthiş bir kazanım olacaktır. SAYGIYLA
Minos
Minos, @minos
11.3.2015 16:25:38
Merhaba konuşan kalem.
Yine tadına doyulmayan bir sohbet gibi bir paylaşımdi bu güzel hikaye
Sizdeki sabra hayran olmamak elde değil
Mesela ben ulaşacağım menzile bir an önce varmak, konunun özü neyse yazmak gibi bir aceleciliğe sahibim.
Kelime dağarcığım sizin kadar zengin Olmasada iyi sayılır ama ah bu aceleciliğim engel oluyor kalemime.
Vatan sevgisinin yaşlısı genci, çocuğu diye bir sınırlamasının kıstası yoktur bu asıl mıllette tecrübeye sabittir bu özelliğimiz.
Kadını erkeği cocuğu yaşlısı her an canını vermeye hAzırdir bu konuda
Yeterki bir önder bulsun inandiği benimsediği.
Ha bu bir eksiklik mi derseniz evet eksiklik derim
Harika bir roman okudum yine kaleminizden hoşça kalın saygılar

Minos tarafından 3/11/2015 6:35:45 PM zamanında düzenlenmiştir.
Nermin Kaçar
Nermin Kaçar, @nerminkacar
11.3.2015 11:23:10
10 puan verdi
Mükemmel bir tarihi roman okuyorum şu anda
Betimlemeler, tarihin kronolojik devamı, kişi tahlilleri, çevre tasvirleri ve yöreye ait lehçenin kullanımı da mükemmel. Gönülden tebrik ediyorum sizi değerli yazarım. Saygıyla.(Vatanımın insanı böyle, hep de öyle olacaktır Allahın iznityle.)
© 2025 Copyright Edebiyat Defteri
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.

Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.
ÜYELİK GİRİŞİ

ÜYELİK GİRİŞİ

KAYIT OL