8
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
1250
Okunma

·
Öğretmenler günü dendiğinde eminim genelin aklına ilk okul öğretmeni geliyordur. Çünkü annelerimizden sonra resmen kucaklarına bırakıldığımız kişidir onlar. O yüzdendir ki, her daim minnetle, saygıyla ve sevgiyle anılıyorlar.
Maalesef ben, bir ilkokul öğretmenim oldu ki aklıma geldiğinde öyle minnetle sevgiyle değil onu her defasında esefle kınayarak, hatırlıyorum.
Rahmetli babam işi dolayısıyla uzun yıllar Diyarbakır ilimizde çalışmaya başlamıştı. O zamanlar öyle her hafta sonu İstanbul’a gelip gitmek çok da kolay olmazdı. Ancak, orada kalma süresinin düşünülenden de uzun olacağı anlaşıldığında, bizleri de götürmesi şart olmuştu.
Diyarbakır ova üzerine kurulmuş dümdüz bir şehrimiz. Her tarafı yokuş, iniş çıkış dolu İstanbul’dan sonra bize çok iyi gelmişti. Yeni evimiz yeni şehir denilen bir bölgede yine bize İstanbul’daki evimizi aratmayacak müstakil ve bahçe içinde güzel bir evdi. O bölgenin bütün evleri bu tarzdaydı ve daha ziyade başka illerden tayin olarak gelmiş memur aileleri yaşamaktaydı.
Çevremize ve yeni edindiğimiz arkadaşlarımıza çocukluk işte, çarçabuk adapte olmuştuk. Bir yıl sonra Mehmetçik ilkokulunda eğitim hayatına adım attığımda, Tomris isminde esmer güzeli, çıtı pıtı tatlı mı tatlı çok güler yüzlü bir öğretmenim olmuştu. Çok sevmiştim kendisini ve annem kadar değerliydi.
Ancak üçüncü sınıfın yarıyıl tatilinde, babamın görevini tamamlaması nedeniyle yeniden İstanbul’daki evimize döndük.
Hepimiz çok üzülmüştük buna, çünkü Diyarbakır İstanbul’dan sonra gördüm ilk şehirdi ve oraya öylesine değil yaşamaya gitmiş ve bir sürü dost arkadaş edinmiştik. Zor gelmişti bu ayrılık. Bir süre rüyalarımda kendimi okuldan eve koştururken veya arkadaşlarımla sokakta oynarken görüp durmuştum.
Buraya kadar anlattıklarımda bir sıkıntı yok gördüğünüz gibi ancak budan sonrası için gerekli bir bölümdü. Netice okulun ikinci yarı dönemi başladığında kendi semtimizde bir okula yazılmıştım.
Yeni öğretmenim Nigar hoca, Tomris öğretmenimin aksine orta yaşın üzerinde, kısa boylu, oldukça tombul, yanakları sürekli kırmızı gezen, yüzü hiç mi hiç gülmeyen, burnunun üzerindeki gözlükleri üzerinden sinirli bakan bir kadındı. Elinden tahta cetveli hiç düşmen, kiminin kafasına kiminin eline iner dururdu.
Bu hoca yarıyılda sınıfına aldığı öğrenciden hiç hoşlanmazmış üstelik ve bunu bana gayet iyi bir şekilde de yaşatmıştı. Ufak tefek bir kızdım. Sınıfta en arka sıralardan birine oturtmuştu ve iri çocuklardan tahtayı bile zor görürdüm. Yeni arkadaşlara, yeni öğretmene de yabancıydım.
Daha çok ilgi alaka bekliyor, bunun için elimden geleni yapıyordum ama nafile. O da yetmezmiş gibi öğretmen bir de bana “BAKIRLI” diye bir lakap takmıştı kadın bana.
Derse kaldıracağı, zaman her hangi bir şey soracağı zaman “Gel bakalım buraya bakırlı, otur bakayım Bakırlı” diye çağırır olmuştu beni. Bir türlü anlayamıyordum nedenini.
Ama bu çok üzüyordu beni ve günden güne derslere ilgim, okula gitmeye şevkim azalmaya okula gitmemek için türlü bahaneler yaratır olmaya başlamıştım Bunlar sık olmaya başladığı bir sabah annem beni karşısına alıp bu hallerimin nedenini sordu sonunda.
Aslında çocuk aklımla öğretmenimin kötü bir şey yaptığını ben de düşünüyordum ama anneme şikâyet etmek istememiştim o güne kadar. Israrla sorular sormaya başlayınca anlatmak zorunda kaldım olan biteni.
“Annecim öğretmenim beni hiç sevmiyor” dedim, “ çünkü beni ismimle çağırmıyor! ”
Annem çok şaşırdı haliyle beni sandalyeye oturttu ve kendisi de karşıma geçip oturtup sordu.
“Nasıl çağırıyor peki?”
“Bakırlı, diyor bana! Sürekli hep böyle sesleniyor….
“Bakırlı mı?”
“Evet! Arkadaşlarım da ondan duydukları gibi bakırlı diye çağırıyorlar hep beni. Niye bana bakırlı diyorlar ki?”
Bu beni son derece üzen açıklamayı yaptıktan sonra haliyle ağlamaya başladım.
“Ya!!! Öyle mi?” derken; annemin gözünden hiç böyle ateşler fışkırdığını görmemiştim. Sen dur burada deyip, gidip üzerini değiştirip geldi. Birlikte dışarı çıktık, önce kardeşimi karşı komşuya bıraktık ve el ele okulun yolunu tuttuk.
Annem öyle çok sık okula gelen bir kadın değildi. Nasıl gelsin ki zaten. Evde biri kız beş tane çocuk. Bir tanesi daha kucakta, yemek olur her daim ocakta. Her birinin her sabah giydirilip okula yollanması, ardından evin, odaların derlenip toparlanması akşamı nasıl bulurdu bilemez zavallım.
Okula öğretmenler kapısından girdik. Henüz ders başlamadığı için soluğu doğruca öğretmenler odasında aldık. Nigar öğretmen birkaç öğretmen ile birlikte sohbet halindeydi.
Bir elinde çay bardağı bizi görünce baka kaldı. Eminim o da annemi karşısında gördüğüne şaşırmıştı. Çünkü veliler toplantısında bile vakit bulup gelemezdi.
“Hayırdır! “ dedi, “Ne oldu Billur?”
Annem bunun üzerine benim beklediğimden de yumuşak bir sesle.
“Aa!! Kızım “ dedi “Bak hocan senin adını biliyormuş ya!”
“Anlamadım, ne demek istediniz” derken Nigar hocanın yanaklarının kırmızısı tüm yüzüne yayılmıştı. Eminim annemin ne konuşacağını gayet iyi anlamıştı. Oturduğu yerden hiç kalkmadan öylece bize bakıyordu.
Annem; “Hemen izah edicem merak etmeyin “ dedi ve bana sordu.
“Kızım öğretmenin seni nasıl çağırıyor “ dedi “ Bir kez daha söyler misin herkes duysun?”
Nigar hoca odada bulunan diğer arkadaşlarına göz atarken ziyadesiyle tedirgin olmuştu. Benim de sanki dilim tutulmuş gibi suspus duruyordum. Annem avucundaki elimi sarsıp, tekrar sordu.
“Hadi kızım söyle” dedi, “Nigar hanım da, diğer öğretmenleriniz de duysun.
“Bakırlı diyor annecim!”
“Efendim, duyamadım ne diyor?”
“Öğretmenim beni her zaman BAKIRLI diye çağırıyor!”
Nigar hoca put olmuş bakıyorken, annem kaldığı yerden devam etti.
“Bu küçücük bir çocuk. Zaten okulundan, arkadaşlarından kopup eğim yılının ortasında yeni bir okula gelmiş. Sınıfına, arkadaşlarına ve öğretmenine adapte olmak için uğraşırken, daha çok ilgiye alakaya ihtiyacı varken yakışır mı size, dedi. Bir de ona lakap takarak çağırmak? “
“Eminim Diyarbakır’dan geldiği için kısaca bakırlı diye çağırır olmuşsunuz benim yavrumu, ancak biz yedi kuşak İstanbullu bir aileyiz bu bir, ikincisi Diyarbakır da bu ülkenin bir şehri değil mi?”
Annemin sesi sinirindin bir yükseliyor bir alçalıyordu.
Nigar hoca hatasının farkına varmış. Pişman olmuş muydu bilmem, ağzında yanlış anlaşıldığına dair bir şeyler geveleyip duruyorsa da annem öyle hırslanmış ki Hoca bir türlü tam konuşma fırsatı yakalayamıyordu.
“Ayrımcılık yapmak ne demek? Hiç bir eğitmene yakışıyor mu bu? Kesinlikle kızımın sizin sınıfınızda eğitimine devam etmesini istemiyorum. Bu kafa yapısında bir eğitmenden ne beklenebilir? Ya sınıfını değiştirin ya da bu sene sınıfta bırakın, gelen öğretmen devam etsin kaldığı yerden.”
Bu kez odadaki diğer hocalar annemden, sakin olmasını rica ediyorlar ve onlarda çocuktur yanlış anlamıştır, yanlış aksettirmiştir gibi bir şeyler söyleyerek Nigar hocaya destek vermeye çalışıyorlardı.
Ancak Nigar hocadan ne ilgi ne ufacık bir sevgi örneği görmemiş, aylardır bu sıkıntıyı bizzat yaşamışım, daha ufak tefek bir sürü kötü muamele de görmüşüm, hiç bir yanlış anlama ve abartı yoktu.
O gün annem bu kadar ısrarcı olmasa yine söylemezdim, çünkü onu iyi tanıyor ve vereceği tepkiyi aşağı yukarı biliyordum. Netice olarak ben üçüncü sınıfta sudan bir sebeple ve annemin isteği üzerine sudan bir nedenle o yıl sınıfta bırakıldım.
Sonradan gelen Nazmiye öğretmenim ağabeyimi beşinci sınıftan mezun eden kişiydi ve onu da en az Tomris öğretmenim kadar sevmiş ve sayesinde yeniden başarılı bir öğrenci olmuştum.
Ancak her öğretmenler gününde hiç biri değil de nedense hala bu tombul, kırmızı yanaklı, gözlüklerinin üzerinden sinirle bakan Nigar öğretmen gelir karşıma dikilir.
NOT: Elbette ki istisnalar kaideyi bozmaz. Bu memlekette nice idealist ve canını dişine takarak çocuklarımıza eğitim veren, çok değerli bilgileri paylaşan eğitmenlerimiz var. Onların hepsine saygım sonsuz.