6
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
1488
Okunma


İNSAN CİNSİ HAYVANIN ACIMAZ LIĞI
İçimde ömrümce hatırlayacağım derin izler bırakan bu ölü surat ; genç bir üniversiteli çocuğun kendisini açlık gibi çok acı bir işkenceye maruz bırakarak, dünyaya onurlu vedasının son görüntüsüdür.
Haydarpaşa Askeri Hastanesi’ ne , inha yoluyla Kara Kuvvetleri komutanı Org . Necdet Öztorun’ un emriyle atanmıştım. Burası ayrıca 12 Eylül sıkıyönetim tutuklularının da kaldığı çok özel bir yerdi.Bölük odamın alt katında onların koğuşları bulunuyordu.
Komando bölüğünden gelmiş olmam buranın gevşekliği ile tam bir tezattı. Ne kadar torpilli adam varsa kapağı hastaneye atmış, cuma akşamı evci çıkıp hafta başı bile dönmeyen pek çoğu zengin ailelerin çocuğu olan 450 er ve artık burun kılları ağarmış , emeklilik bekleyen 38 astsubay ile işim epey zor olacaktı. Buna 300 kadar hasta bakıcı, hademe, iş ocaklarının sivil ustalarını da eklerseniz halimin ne olduğunu anlayabilirsiniz. Allah’ tan ki ; başhekim tanıdığım en iyi asker, en iyi insan , bir ağabey, bir baba ve şefkat yüklü bir generaldi.
Bir öğlen vakti , 3000 kişiye yemek çıkartan , dokuz sivil aşçı ve otuz yardımcı er ile bana bağlı mutfaktaki yemek dağıtımına nezaret etmek için oraya doğru yürüyorum . Karşımdan bir inzibat eri, elinde bir karavana ile bana doğru gelmekte. Askeri kurallara göre; yemek almaya bir onbaşı ve en az üç er ile gidilir. Yine en az üç çeşit yemek, birlik mevcutlarına orantılı olarak ayrı ayrı karavanalara konur. Nöbetçi subay ve mutfak nöbetçi subayı ile aşçıbaşı bu dağıtıma nezaret eder. Yemeğin fazlasının dağıtımı için beklenir ve nöbetçi subayının komutu ile aynı anda yemek getirenler hareket ederek yemeği soğutmadan birliklere yetiştirirler.
Bu tek başına , sallana sallana gelirken sigarasını da tellendiren eri durdurup soruyorum ;
“Nereden geliyorsun?”
“Mutfaktan . Tutuklulara yemek götürüyorum”
“Peki Nöbetçi Onbaşın ve diğer erler nerede?”
“Onlara ne gerek var komutanım? Zaten 46 kişiler. Ben tek başıma aldım bütün yemeği “ (Kafamdan bu karavanalar sefer tasları gibi üç bölümden yapılıyor da , benim haberim mi yok diye geçiyor)
“Aç bakayım şu karavanayı. Bu gün ne yemeği var? “
“Pirinç pilavı , patlıcan musakka ve cacık.”
Karavanayı açınca ; üç yemeğin de birbirine karışarak , ishal olmuş çocuk bokuna dönmüş görüntüsü ve oldukça az oluşu , kanımı donduruyor.
“ Bu ne demek ? Yemekleri birbirine nasıl karıştırırsın? Köpek yalı gibi olmuşlar. Nerede senin nöbetçi onbaşın?” (Tutukluların bölümü , bana değil Merkez Komutanlığına bağlıydı.)
“Komutanım onlar tutuklu . Fazladan adam almaya ne gerek var ? Zaten midelerinde karışmayacak mı? Oturup onlara yemek verdiğimize dua etsinler”
Çok sinirleniyor ve epey bağırıyorum. Bu arada attığım tekme karavanayı havalandırıp , çocuğun bacaklarına boşalıyor.
“Sen kimsin lan pezevenk? Tutuklu, insan değil mi? Ya suçsuz çıkarlarsa ne diyeceksin? Suça cezaya , yemeğinin nasıl verileceğine sen mi karar vereceksin? Çabuk git nöbetçi subayını buraya çağır.”
Oğlan gidiyor ama ben sinirimi yenemiyorum hala. Biraz sonra tedirgin halde gelen asteğmen de nasibini alıyor bu kızgınlığımdan. Yanında bir onbaşı , üç er ve boş karavanalar da var. Mutfağa birlikte gidiyoruz. Mutfak astsubayı, aşçıbaşı ve dağıtım çavuşu da fırçayı yiyorlar. Sonra araya giren pek çok olay bu hadiseyi bana unutturuyor.
Aylar geçiyor, bir kış atlatıyoruz. Bahara , cezaevlerindeki açlık grevi ve neticesi olan ölümlerle giriyoruz. Grevdekiler hiçbir telkin ve tedaviyi kabul etmiyorlar. Kadınlar koğuşunda grev yapan tek bir hanım var. Onu servisin en son odasına yatırmışlar.
Elli yaşlarında bir hanım , bu tutuklu kız geldiğinden beri sürekli servisin altıdaki yolda dolaşıyor. Üçüncü gün yanına gidip kendisine bir yardımımın olup olamayacağını soruyorum. Kızının bayan tutuklu olarak yattığını ve ondan haber alamadığını söylüyor. (Bu bir emekli albayın eşi ve baba utancından gelmiyormuş. Kim bilir onun için ne kadar büyük bir ıstırap) Yukarı çıkıp kızı soruyorum.
Bir gün önce doğum yapmış. Açlık grevinde ve bebeğini emzirmiyor. Ziyaretçi istemiyor ve açlıktan ölümü bekleyecekmiş, diğer arkadaşları grevdeyken onları yalnız bırakamazmış. İçeri giriyorum ; bir deri , bir kemik kalmış. Sütü bile ya yok , ya da çok az. Çocuk da çok cılız ve serumla besleniyor, kedi yavrusu kadar bir şey.
Kız benimle konuşmak istemiyor. Annesinin aşağıda beklediğini , camdan bakmasını söylüyorum. Annesini de, babasını da istemiyormuş. Devrim için ölmeliymiş bu delikte. Kadına; kızının ve torununun iyi olduklarını söylüyorum. Patikler, zıbınlar, bezler almış, onları servis hemşiresine teslim ediyorum.
Kıza bütün gün ve gece adeta yalvarıyorum, bana “Faşist “ falan demesine aldırmadan. Sabaha karşı kucağımda bebek, elimde biberon , anneannenin getirdiklerini giydirmiş olarak odaya giriyorum. Önce öylesine kısa bir bakış atıp , başını çeviriyor. Bebek doğalı üç gün oldu. Bu gün de emzirmezse , bir daha zor emer kedicik. Nitekim kucağımda ağlamaya başlıyor.
“Altına kaçırmış , şunu bir dakika tut da hemşireden bez isteyeyim “ bahanesi ile yatağa bırakarak dışarıya çıkıyorum. Döndüğümde onu bebeği emzirirken görüp rahatlıyorum. Gözlerinde nemli bir sevecenlik, masum bir teşekkür var gibi. Gözlerimi ondan kaçırarak soruyorum;
“Bebeğe bir isim koyma konusunda ne düşünüyorsun?”
“Babası kız olursa, ismi Devrim olsun demişti”
Devrim bebeği kucağıma alıp pencereye yaklaşıyorum . Anneanne sabah erken saat olmasına rağmen yine aşağıda ve camı gözetliyor. Kucağımdaki bebeği onun gönderdiği giysilerle görünce çok heyecanlanıyor. Galiba erkek bebek bekliyorlardı ki , renkleri hep mavi seçmiş.
Sonunda bu kızı , arkadaşlarının da bana yardımcı olmasıyla grevden vaz geçirdik. Kimse kimseyi, açlık denen zulüm e zorlayamazdı. Hele bir bebeği asla.
Hastane bir tutuklunun açlık grevinde ölmesi ile çalkalanıyor. Sürekli marşlar söylenmekte , sloganlar atılmakta. Asıl sorun iki gün geçmiş olmasına ve havaların da ısınmakta olmasına rağmen , tutuklular cenazeyi teslim etmiyorlar.
Üçüncü günü sabahı general beni çağırıyor. Odasına gittiğimde bir başka doktorun onun başını bantladığını görüyorum. Tutuklularla konuşmak için yanlarına gitmiş ama ne yazık ki arkadan ağaçtan oyarak yaptıkları bir kül tablasını fırlatmışlar. Çok üzgün.
O sırada çevik kuvvet otobüsleri hastaneye giriyor. İçeri girip cenazeyi alacaklarmış. Biliyorum ki onların zorla girişi bir katliam gibi olacak.
Başlarında genç bir müdür var . Asmaktan , kesmekten bahsediyor. Merkez Komutan Yardımcısı Tuğg. Sadrettin Çelikoğlu da geliyor. O da zoraki bir şey yapmak istemiyor. Koğuş kıdemlisi ile görüşmek için haber yolluyoruz. Gelen sakalları uzamış , açlıktan midesi sırtına yapışık , ayakta zor durabilen delikanlı;
“Ölmeyi göze aldık, koğuşa kimseyi sokmayacağız. Hele polis adımını bile atamaz” diyor.
Polis Sadrettin Paşa’yı etkilemeye çalışmakta.
“Biz gireriz paşam, onlar da kim oluyor. Birkaç hanım evladına pabuç mu bırakacağız. Başhekime küllük fırlatanların yanına mı kalacak” falan gibi konuşmalar oluyor.
Beş dakika sonra , tam polisin harekete geçeceği sırada içeriden gelen haber , benim silahsız olarak içeriye kabul edilebileceğim yönünde. Benimle birlikte gelmeyi gönüllü olarak kabul eden Sema Hemşire ile koğuşa giriyoruz.
“Başınız sağ olsun, başınız sağ olsun “
“Sizler sağ olun, teşekkür ederiz, teşekkür ederiz”
Lidere soruyorum ; “Neden beni istediniz?”
“Çünkü sen , bize hayvan gözüyle bakan Anadolu köylüsüne, yemeğimizi hayvan yemi gibi karıştıramayacağını , bizim de birer insan olduğumuzu öğrettin. Attığın tekme yemeklere değil bu cahil zihniyeteydi. Biz o gün bu gündür üç öğün yemeğimizi ayrı ayrı ve daha bolca yemekteyiz. Biz o gün orada konuştukların, muayene dönüşü tıkıldığımız düdüklü tencere benzeri cezaevinin kapalı aracının içinde, çıt bile çıkartmadan dinlemiştik. Dışarıda da insanlar varmış diye ,sevinçlerimizi birbirimize sarılarak paylaşmıştık.”
Onlara baş sağlığı dileyip, masa üzerinde üç gün bekletilmiş , etrafında mumlar yanan yüzü açık cenazenin başında “Fatiha” okumama dikkatle bakıyorlar , içlerinde benimle okuyanlar da var.
Hamam bohçası gibi sardıkları çarşafın düğümünden kolumu taktığım cenazeyi, Sema’ nın yardımına gerek kalmadan kaldırıyorum. O gülümser gibi bakan gencin 75 kilo dan 38 kiloya düştüğünü görmek bana çok acı veriyor.
Delikanlının bir sevgilisi var mıydı? Ters düştüğü konu, vatanımın zararına olan bir şey miydi? Üniversitenin son sınıfına kadar okumuş olduğuna göre ; biraz daha dişini sıksa, bir makamı, evi , parası olur muydu? Arkadaşları , kardeşleri, anası , babası, akrabaları da olmuş mudur? Bence bizim gibi insanlardı. Veya biz, bizden kendimizi kurtarmış insanlardık , belki de şanssızca .
O yıl , art arda on bir cenazeyi daha hastanemizden gönderdikten sonra grev nihayet durdu. Kim ne kazanmıştı , yahut kaybetmişti hiç anlamadım.
Yıllar sonra karşılaştığım zengin bir müteahhit onların arasında olan tutuklulardan biriymiş. Beni tanıyıp, sevinçle yerinden kalkarak kucakladı. O açlık grevinin üzüntülü günlerini yeniden yaşadık. Onları hayvan yerine koyan pek çok insanın , parası olduğunda nasıl etrafında ona yaltaklanarak döndüğünü anlattı.
“Kendimi çok zor da olsa yendim. Kazancımın bana bir lütuf olduğunu düşünüyor ve insan ayırımı yapmadan bir aş evinde yemek dağıtıyorum. Cezaevlerinde ki parasız tutuklulara yardım ediyor, kimsesizleri okutmaya çalışıyorum. İşlerin ise o kadar iyi ve aşırı olmasa bile , o iğrenerek yediğimiz yemekler , karavananın havada uçmasından sonra öyle bir leziz gelmişti ki, o zamanlar sizi tanımayı çok istemiştim. Nasip 33 yıl sonra olacakmış”
Ah şu çengelli iğne . Önce adamın poposuna sen batmalısın ki, çuvaldız ile şaka olmayacağını öğrenebilsin insan oğlu.
Sen başkası değilsin dostum.
Ne oldum deme, bakalım neler olacaksın.
Her şeyin insanlar için olduğunu öğren artık .
Okumak ; başkalarının yaşadıklarından kolayca ders almaktır.
Öyleyse, neden direnirsin cahil kalmak için?
E.Yaşar Ovalı 27.09.2014