12
Yorum
1
Beğeni
0,0
Puan
1327
Okunma


İstanbullun orta hali bir semtinde, üç katlı taş evin giriş katında oturan 68 yaşındaki emekli matematik öğretmeni ihsan beyi,
Şubat ayının soğuk bir pazar günü, sabahın erken saatinde, evin kapısından uğurlayan 65 yaşındaki eşi nesime hanım, kısık ve yorgun sesiyle ihsan beye sesleniyordu.
- paltonun Yakasını kaldır üst düğmesini de ilikle üşüme kahvehaneye vardığında ilaçlarlarını almayı da unutma tamam mı?
-tamam, tamam sen gir içeri üşüyeceksin, ben iyiyim beni düşünme.
İhsan beyin kışın azan romatizmal ağrılarına birde soğuk algınlığı eklenmişti. Ayakta atlatmak zorunda kalsa da şiddetli öksürük nöbetlerinin tuttuğu gribe yakalanmıştı. Evine beş yüz altı yüz metre mesafedeki kahvehaneye ağır aksak yürüyerek ulaşmış, üşüyen ellerinin arasındaki anahtarla Köhne kahvehanenin kapısını açmıştı.
İçeriye sinmiş keskin nikotin kokusu karşılamıştı ihsan beyi, bu koku onu çok rahatsız ediyordu ama yapacak bir şey yoktu. İhsan bey o kahvenin çay ocağında çalışıyordu ve o kötü kokuya katlanmak zorundaydı. Öğretmenlikten aldığı üç kuruş emekli maaşını ancak evin kirasına odun kömür ve diğer faturalara yetiştire biliyordu. Mutfak ve giyim ihtiyaçlarını karşılamak içinde çalışması gerekiyordu.
Semtteki binaların birçoğu koca bir asrı geride bırakıp, ahşap yâda yığma taştan yapılmış. İki veya üç katlı binalardı. Kahvehanede yığma taş tan yapılmış, alt katı kahvehane üst katı da bina sahibinin oturduğu eviydi.
Yaşlı bir Rum kadına ait kahvehaneden,
İçeri girdiğinde kararmış tahta yer döşemelerinin ve duvarlarında asılı mahallenin önemli birkaç şahsiyetinin Siyah beyaz fotoğrafıyla, zamanla renkleri solmuş birkaçta eski manzara resimlerinin süslediği, otantik görünümdeki kahvehanenin. Çay ocağına geçip önce su kazanının altını yakmıştı.
Sonrada kahvehanenin ortasındaki içi tuğla dışı saçtan yapılmış, sobayı yakmak için buruşturduğu eski gazete kâğıtlarını sobaya atmış, üzerine de birkaç tahta parçası koyup bir kaçta odun ilave etmişti. Kibritle tutuşturduğu gazete kâğıtlarının alev aldığını gördüğünde sobanın kapağını kapamış, Yeniden çay ocağına geçmişti. Kaynayan su kazanının üzerindeki çaydanlıklara ikişer ölçek kuru çayı koyup sonrada kazanın musluğundan sıcak su doldurup demlenmesi için kazanın üzerine bırakmıştı.
Akşamdan yıkadığı kül tablalarını masaların üzerine birer birer koyup yapılması gereken bütün işleri yapmıştı.
Artık her şey hazırdı.
Kahvehane müdavimi olan müşterilerini bekliyordu.
Hararetle yanan soba, iyiden iyiye içeriyi ısıtmıştı.
İçerinin ısınmasıyla üzerindeki paltosun çıkaran ihsan bey, Nesime hanımın tembihlediği ilaçlarını da içmişti.
Küçük bir taburenin üstüne çıkıp çay, şeker paketleri gibi malzemeleri koydukları, ahşap dolabın üzerindeki radyoyu açmış,
Türk sanat müziği yayını yapan radyo kanalarının cızırtılı frekansları arasından güzel bir şarkı bulmaya çalışıyordu ki tamda istediği gibi güzel bir şarkıya denk gelmişti. Hem de en sevdiği sanat müziği eserlerinden biriydi bulduğu şarkı.
‘’anlatamam derdimi kimseye ağyar ağyar duymasın diye’’ hicaz makamındaki bu şarkıyı dinlerken kendisine bir bardak da çay doldurup gürül gürül yanan sobanın yanındaki sandalyeye oturmuştu.
Radyoda çalan şarkı ihsan beyi hüzünlendirmişti süveter kazağının yakasından ellini içeri sokup gömleğinin cebinde çıkardığı resme bakıp iç çekiyordu. Hep yanında taşıdığı resmi ara ara öpüp okşuyordu. duygusallıkla ve gözleri dolarak baktığı o resim üç yıl önce trafik kazasında kaybettiği çok sevdiği oğlunun fotoğrafıydı.
İhsan beyin ve nesime hanım’ın uzun yıllar çocukları olmamış, epeyi zaman süren tedavinin sonunda adını Tayfun koydukları bir erkek evlatları dünyaya gelmişti.
Gözünün içine baktıkları onlar için çok şey ifade eden evlatlarını özenle büyütmüş, kısıtlı imkânlarına rağmen iyi bir eğitim almasını ve makine mühendisi olarak hayata atılmasını sağlamışlardı. 28 yaşında ki oğullarının, üniversiteden tanışıp uzun süredir âşık olduğu Sevgilisi nilüfer ile nişanlamış birkaç ay sonrada yapacakları düğünlerinin tatlı heyecanı içerisindeydiler. evlatlarının mutluluğuyla mutlu olacakları o günü sabırsızlıkla bekliyorlardı.
Tayfun çalıştığı şirketin işleriyle ilgili çıktığı uzun yol seyahatinde kendisinin kullandığı şirketin aracı ile kaza yapmıştı. Uykuya dalmış şoförün kullandığı yolcu otobüsüyle çarpışmış bu çarpışmada Tayfun’un aracıyla birlikte otobüste uçuruma yuvarlanmıştı. otobüs yolcularından da onlarca insan öldüğü bu feci kazada ölenlerin birçoğu tanınmaz haldeydi. Öyle ki hastanenin morg’un da kefenlenip yakınlarının bile görmesine izin verilmeden defin işleri gerçekleştirilmişti.
İhsan bey ellindeki fotoğrafa bakıp içinden bir kez,bir kez olsun çocuğumu görebilseydim. Onun gözlerine bakıp yeniden seni çok seviyorum diyebilseydim. Ah aslan oğlum ah şu fani dünyada bizi bir başımıza koydun gittin. Diye İç geçirirken o esnada yolun karşısına park eden lüks otomobilden inen bir adam.
Kahvehaneye doğru yürüyüp İçerinin sıcaklığından yer yer buğu yapmış camdan içeriyi görmeye çalışıyordu.
Kısa süreli içeriyi görme çabalarının ardından kapıyı açıp içeri giren adam oğlunun resmine bakarken dalıp giden ihsan beye…
-hayırlı günler bey amca!
Diye seslenmesi üzerine kendine gelmiş ve ellindeki fotoğrafı yeniden gömlek cebine koymuştu.
-size de hayırlı günler buyurun oturun çay içer mi siniz? Yeni demledim.
-evet içerim.
Yüzün de koyu renk gözlükleri olan orta yaşlı iyi giyimli bu adamı ilk kez görüyordu belli ki mahalle sakinlerinden biri değildi.
Çay ocağına geçen ihsan bey biryandan cay doldururken bir yandan da sobaya yakın bir masadaki sandalyeye oturan daha önce görmediği bu gizemli adama sorular soruyordu.
-bu mahalleye yenimi taşındınız?
-hayır, ben burada oturmuyorum aslında İstanbul da da yaşamıyorum. Bir iş için buradayım
-öyle mi? özel değilse sorabilir miyim? Sabahın bu saatinde üstelik pazar günü nasıl bir işiniz var bizim bu mütevazı semtimizde.
-bir iş derken aslında birini arıyorum, onu sormak için girdim içeri.
İhsan bey adama çay dolu bardağı uzatarak karşısında ki sandalyeye oturup,
-kim, o birisi adı ne? Belki tanıdığım biridir.
-emekli öğretmen ihsan bey isminde birisi ihsan öztürk eşinin adı da nesime öztürk tanıyor musunuz?
Bir an eski öğrencilerinden bir olabileceğini düşünerek adamın aradığı ihsan beyin kendisi `nin olduğunu söyledi.
Adam ellindeki çay bardağını masanın üzerine bırakarak ayağa kalkıp nazikçe ceketinin önünü ilikleyip büyük bir saygıyla İhsan beyin ellini öptü.
-berhudar olun eski öğlecilerimden mi siniz? Özür dilerim tanıyamadım.
Adam cüzdanından çıkardığı ve o semtte birkaç ev alına bilecek kadar yüklü bir çeki elinde tutup konuşmaya devam etti.
- ben sizin eski öğrenciniz değilim fakat uzun zamandır sizi arıyordum. İsmim Hakan. İzniniz olursa? Sizinle önemli bir konu hakkında görüşmek istiyordum.
-tabi buyurun
-söze nereden başlayacağımı bilemiyorum ama dediğim gibi uzun zamandır görüşmek için sizi arıyordum.
-delikanlı ne söyleyeceksen lütfen rahat ol
-İhsan bey Trafik kazası geçiren oğlunuz hastaneye getirildiğinde henüz rahmetli olmamış ve bilinci acıkmış, ölmeden öncede sağlam organlarını bağışlamış. Yıllar önce kendi fabrikamda geçirdiğim bir iş kazasında gözlerimi kaybetmiştim oğlunuzun bağışladığı gözleri sayesinde yeniden görmeye başladım. Eğer kabul ederseniz bende sizin manevi evladınız olmak isterim. Minnettarlığımın ifadesi olarak ta şu mütevazı çeki, kabul etmenizi istirham ederim kabul ederseniz beni çok ama çok mutlu edersiniz.
İhsan bey adamın anlattıkları karşısında ne söyleyeceğini bilememişti söyleye bildiği tek şey.
-Oğlumun gözleri mi?
-evet efendim
Hakan bey yüzündeki koyu renkli gözlüğü çıkardığında, İhsan bey, çok sevdiği oğlu Tayfunun gözleriyle karşı karşıya kalmıştı.
O gözler İhsan beye adeta
-ben geldim baba diyordu.
Serhat BİNGÖL
05/09/2014
Edebiyat Defterinin Değerli Yöneticilerine,
Seçki kuruluna, yazımı okuyup değerlendiren dostlarıma çok teşekkür ederim.
Selam saygılarımla,