16
Yorum
4
Beğeni
0,0
Puan
2524
Okunma


Daha sabahtı. Herkesin yumuk gözlerle beklediği… Hani meleklerin avuçlarında yere inen var ya, hani horoz efendinin muştuladığı…Uzak köylerin kırmızı tepeleri, durmaksızın möleyen çiftlik inekleri, serin bir meltemin tepeleri taraklayıp, cümle ferahlığı derdest edip sahile indirdiği gün parçası.
Fabrika atıklarının boşaltıldığı arsada eğri bir parça demiri çekiştiren iki çingeneyi seyretti bir süre. Teneke plakaların, çürümüş kereste yığınlarının üzerinde oynaşan fareleri gördü sonra. Ardı arkası kesilmeyen iri kuyruklarıyla hurdaları bir tarafa taşımak için bağlıyor gibi bir alttan bir üstten görünüp kayboluyorlardı. Tepeden aşağı inen rüzgar hurdaların arasında boy vermiş çayırları sağa sola yatırıyordu. Avludaki bayrak direği hayli paslanmış, bayrağın etekleri çatallanmıştı. Belki de öldü bunu dikenler dedi içinden. Radyodaki ihtiyar ses işçi haklarıyla ilgili bir şeyler geveliyordu. Az kalmış, vallahi her şey güzel olacakmış. Daha müreffeh yarınlar için falan filan. “Bu kesin keldir” dedi içinden. “Bütün müreffeh diyenler kel.” Sandalyesine geçti. Tamir çantasını toparladı. Müdür Şevket Beyin cep telefonunu özenle çekmeceye yerleştirdi. Evvel Allah bu işin de üstesinden gelmiş, müdürün haylaz çocuğunun bozduğu telefonu kurtarmayı başarmıştı. Masa takviminden bir yaprak kopartıp arkasına bir şeyler karaladı. Ağzında dal parçasıyla gittikçe yamulan güneşi izleyen bir kovboy resmi. Burnu sola kıvrık biraz. Kirpikleri bir kadın kadar uzun ve kıvrımlı. Beğenmedi, çizdi üstünü. Cıvataları biriktirdiği kutu karışık görünüyordu. İçinde ters dönmüş sinek ölüleri ve rengarenk kıllar bile vardı. Bir süre kutuyu toparlamakla uğraştı.
İnsan isteyince zihnini kendinden uzaklaştırabilecek neler buluyordu böyle? Fakat bu da bir yere kadardı. Belgeselleri hayal ediyor, uzak memleketlerde yaşayan türlü hayvanatı ve et yiyen nebadatı aklından geçiriyor, kulaklarını koca koca delip içine halkalar geçiren yerli kadınları, göbek derilerine renkli boncuklar diken yerli erkekleri düşünüyor, zihni nefesinden uzaklaştıkça uzaklaşıyor fakat en nihayetinde yine o habis duygu gelip göğsünün orta yerine oturuyordu. Öyle ki; uykularında bile kurtuluşu mümkün değildi. Bazı geceler, bir cinnet dakikasında bütün fabrikayı doğrayıp, elindeki kanlı satırla eve vardığını ve karısını çığlıklarına aldırmadan yahniliklere böldüğünü görüyordu. Kimi uykularında ise aç bir topluluğun önüne atıldığını, etrafını halkalayan sefiller güruhunun gittikçe çemberi daralttığını, yerde çaresiz halde çırpınırken tekmelendiğini görür, kan ter içinde uyandığında karısının iri baldırlarını karnının üzerinde bulurdu. Yarı ölü gibi uyuyan kadın boşta kalan diğer bacağıyla adamcağızın dizlerine dizlerine tekmeler savuruyor olurdu.
Ayağa kalktı. Allah’tan bir işaret bekliyordu. Hava her ne kadar güneşli olsa da, şöyle gökyüzünü çaprazlamasına ikiye yaran, yere yaklaştıkça uçları saçaklanan ateşli bir şimşek fena olmazdı hani. Ya da tam şu dakikada bir kuş girmeliydi içeri. Kelebek de olabilirdi. Sineğe, hatta üveze kadar yolu vardı. Böyle bir zamanda işaretin pahasına bakılamazdı.
İçerdeki küf kokusu her zamankinden daha ağırdı. Etrafına bakındı. Her şey demir. Masanın kenarında üç gündür bekleyen ekmek ucu bile demire dönmüştü. Burada mantar yaşayabilir ama insan yaşayamazdı. Keşke evdeki duvar takvimini buraya getirseydi. Fırıncı Fikret’ten aldığı hani. Üzerinde çeşit çeşit ekmek simit ve poğaça resimleri var. Bakar bakar doyardı işte.
Zaman geçtikçe Allah’ın böyle yerleri sevmediğini düşündü. Binanın dışı yeşile boyanmış olsa da içeride çalışanların yarıdan çoğu abdestsizdi. Tuvalete girenlerin bir dakikadan fazla zamanı olmadığı için abdest işi temelinden sakata geliyordu. Bundan beteri de vardı hem. Patronun Ahmet’le münasebetini duymayan kalmamıştı. Allah da haklıydı şimdi. Fabrikanın üzerini kara çulla örtüp, içindeki insanı, börtü böceği, taşlama makinalarını, kirli lavaboları, beşe onları, müdür odasının buharlı camlarını kendi pisliğine terk etse bile haklıydı.
Beklediği işaretin bu günahkar depoya inmeyeceğine kanaat getirince cebindeki İngiliz anahtarını masaya fırlatıp odadan çıktı.
Şimdi fabrikanın karşısındaki tepedeydi. Uzun çayırlara uzanmış gökyüzüne bakıyordu. Bekçinin fabrikadan çıkarken ki sözleri hala kulağındaydı. “Lan bi daa Kabe yolu olsun sağa bu kapi. Gelema inişallah!”
Yok, yok! İşaret mişaret geleceği yok. Gökyüzü normal seyrinde. Ne gölge, ne şekli bir şeyleri çağrıştıracak bulut parçası…Uçak da geçmedi. Karga bekledi. Hayırsa öt diyecekti. O da gelmedi. Anlaşılmıştı. Allah yalnızca fabrikayı değil, onu tamir edip canlı tutanları da sevmiyor olabilirdi. İşini kendi halletmeliydi. Yıldırım gibi kalktı yerinden. Tepeyi aynı hızla inip, fabrikanın önündeki durağa vardı. Şehre giden otobüse atladı.
*
Şimdi akşam. Kara kanatlı melekler geldi yıktı bu kömür yığınını yere. Her şeyin üzeri örtüldü. Su bidonlarının, tencerelerin. Bir çoğu iç donu giydi etek altına. Onlar çok yaşlı olanlar. Kemikleri üşüyor. Bir de mübarek Azrail’i donsuz karşılamak var. Tövbe! Fakat gençler için sıyrılma zamanı. Yıldızlar onlar için en tepede. Soyunun dökünün arının ey sevgili tebam diyor Venüs.
Trafo çayırlığında, yıkık bankların ve kırık çocuk parkının olduğu düzlükte havlayan köpeklere hoşt dedi adam. Onlar da pek hoştladılar Allah için. Önce küçümseyerek baktılar adama, sonra kuyruklarını dikip yokuş aşağı topukladılar.
Bu gece bu iş bitmeliydi. Bunun için zemin hazırdı. Bir güzel içilmiş, söylenecekler itina ile düşünülmüştü. Yalnız kaymak yüzlü anneciğine verdiği sözü tutamadığı için biraz üzgündü. Karısını aradı.
“Bana bak maymun suratlı. Ben eve gelmeden defolup gitmiş ol. Anamın hatrına on bunca yıl çektim seni ama yeter! Güzel kadınlar sevmek benim de hakkım.”
O an aklına bir şey geldi. Sevinçten gözleri parladı. Onca doktora gitmiş olmalarına, günlerce kaplıcalarda yıkanıp, akla hayale gelmeyecek kocakarı merhemlerini sürünmelerine rağmen bir çocukları olmamıştı. Hatta geçen yıl öyle bir şey denemişlerdi ki anlatması zor! Karısı nerden işittiyse artık. Bir derenin ikiye ayrılıp küçük bir ada oluşturduktan sonra tekrar birleştiği noktada üç gece sirkeli su sürünüp…Aylarca böyle bir yer aramışlar, en sonunda arka köylerden birinde dere ortasında çakıllık bir adacık bulabilmişlerdi. Müdüre durumu nasıl izah edeceğini bilemediğinden gündüzleri işe gelmiş, geceleri sirkeye bulanıp, kurbağa vırakları arasında…Tesadüf, yolu oradan geçen imam efendiye bir yatsı dönüşü yakalanmaları ayrı da rezalet! Zavallı adam dere ortasında gördüğü iki gölgeyi cin sanmış evvela. Yüksek sesle okumuş, geldiğiniz yere defolun gidin diye bağırmış. Bizimkiler dere şırıltısından diyelim, bir şey duymamışlar tabi. İmam Efendi az daha yaklaşmış. Gölgelerin cin değil insan olduğunu görünce “Selamun aleyküm” diye seslenmiş. Cevap alamayınca şüphelenmiş. Daha da yaklaşmış. Tövbe tövbe. Reziller kepazeler, Allah’ın mübarek deresinde, mübarek gökyüzü altında. “Durun orda siz, yabancısınız anlaşılan. Ahaliyi çağırayım da görün.” Adamla karısı bu söylenenleri de duymadı ama imam efendiyi gördüler. Utanç içinde tası tarağı toplayıp, ahali henüz yetmeden evlerine döndüler. Bütün bunları yeniden hatırlayan adam sıtma tutmuşçasına titredi bir an.
Meğer işaret burnunun dibindeymiş! Göğe bakıp “Canım Allahcığım, senden özür diliyorum. İlk cumada imamın arkasında saf tutmayan şerefsizdir ” dedikten sonra telefona daha bir şevkle sarıldı. Fırsat bu fırsattı.
“Hey, hala orda mısın?”
Evet karısı hala oradaydı. Soluk alışlarını duyabiliyordu.
“ Bak bir çocuğumuzun olmaması sence garip değil mi? Senin annen baban kısır değil, benimkiler de değil. E kardeşlerimizin de üçleri beşleri var. Bizim yok. Bu tesadüf olamaz. Allah belamı versin ki tipim değilsin! Eğer doktorların söylediği o hücre çekirdeği denen şey doğru ise ve bütün yapıp edeceklerimiz orada kodlanmış ise benim senin gibi bir kadını sevebilmem katiyen mümkün değil. Bak bu ilmen kanıtı. Dinen de olmaz bu iş. Daha sulbken ve boşlukta oradan oraya yuvarlanıyorken bile çarptığım sulbler arasında olman mümkün değil. Hücrelerim buna müsait değil anlıyor musun? Ne oldu da yolumuz kesişti bilemiyorum. Anam az beddua ettiydi sürüm sürüm sürenesin diye. Belki ondandır. Demem o ki, ayrılmamız farz oldu artık. Bak, senden nefret ediyorum. Neden anlamak istemiyorsun hatun! Sabah kalkar kalkmaz sağ tarafımda yatıyor olduğunu bilmek bile bana zulüm. Geçen yıl kuduz köpek ısırdı seni kurtuldun. Ayağın kaydı, merdivenden düştün “şimdi gidicidir” dedim yine kurtuldun. Anana gider bir saat oturur gelirsin. Bir yere gitsen de altı ay gelmesen ona da razıydım. Neyse, dediğim gibi döndüğümde evde olma. Dolaptaki sarı hırkanın cebinde bin lira var. Al git. Düş artık yakamdan.”
Telefonu kapattığında kuş kadar hafifti. İçinde naneli şeyler içenlere has bir serinlik vardı. Bu neşeyle bir çocuk gibi hoplaya zıplaya evin yolunu tuttu. Arada durup mutlu mutlu etrafına bakınıyor, yol kenarına dizilmiş banklarda az oturuyor, sonra yeniden elleri cebinde, ağzında engel olamadığı kocaman bir tebessümle yürümeye devam ediyordu. Acele etmemeliydi. Karısına valizini toplaması için zaman tanımalıydı. Allah için, kadının bu kadarlık da hakkı vardı. Ne de olsa onca yıl hizmetini görmüştü.
Eve vardığında saat gece yarısını geçiyordu. Anahtarı cebinden çıkarttı. Bir türlü kilidi yakalayamadı. Sonunda daha fazla dayanamayıp eşiğe yığılıverdi. Kendinden bütünüyle geçmeden evvel iki kuvvetli elin onu kollarının altından kavradığını gördü. Gözlerini açmak, ellerin sahibini görebilmek için çabaladı ise de nafile. Biri gözlerine un eliyormuş gibi her şey noktalı bir hal aldı. Sonra noktalar genişledi. Kulaklarında deniz kabuğu uğultusuyla her şey simsiyah oldu. Uğultu da çok geçmeden kesildi.
Gözlerini açtığında çoktan öğlen olmuştu. Bahçedeki erikte ısrarla öten kuşun sesini dinledi bir süre. Neler olduğunu hatırlamaya çalıştı. Tamir kutusundaki kıllar, tepede uzanışı, Kabe yolu olsun burası, otobüs, büfeci Hikmet’in marullu dişi, hücre çekirdeği, dere ortası…Koltuk altından kavrayan el…Hızla yerinden kalktı. Başarmış mıydı yoksa? Artık dünyanın bütün güzel kadınlara talip olabilir miydi? Sarı bukleli, ince bilekli, süpürge kirpikli, narin… of of! Korka korka mutfağa doğru yürüdü. Havayı kokladı. Çamaşır suyu ve yemek kokusu yoktu. Kapı kapalıydı. Bu heyecan da neydi böyle. Kalbi gömleğinden çıkacak gibi. Sakin olmalıydı. Eşikte derin bir nefes aldı. Dün radyoda dinlediği adamı anımsadı. Her şey güzel olacak dememiş miydi? Sözünü ettiği o müreffeh yarın bugün olmalıydı. Bütün dirayetini toparlayıp hızla kapıyı açtı! Kimse yok. Ama yine de, sanki her an karısı bir yerden çıkıverecek de “Çekirdeğine ... adamı! Kurtulacağını sandın öyle mi?” deyiverecek diye ödü kopuyordu. Şüpheli gözlerle mutfak tezgahını süzdü. Yaklaştı. Ayağıyla tezgahın perdesini kaldırdı. Derin bir oh çekti. Tam mutfaktan çıkacağı sırada kurulu sofrayı gördü. Geceden kaldığı belliydi. Yutkundu. Masaya yaklaştı. Yemeklerin dünden kaldığına emin olmalıydı. Ortaya oturtulmuş limon çiçekleri gözüne takıldı. Karısının hiç böyle fuzuli adetleri yoktu. Önemsemedi. Mutfaktan çıktı. Odaları bir bir gezdi. En son yine Felak Nas okuya okuya yatak odasının kapısını araladı. Önce aralıktan içeri burnunu soktu. Pencere açık olmalıydı. Rüzgarı burnunda, şakaklarında hissetti. Sonra tek hamlede içeri girdi. Kapı önündeki paspasın üzerindeki terliklere baktı. Birinin burnu diğerinin topuk kısmının üzerinde kalmıştı. İçinde nerden geldiğini anlamadığı bir acı hissetti. Bu da neydi şimdi? Ne güzel kurtulmuştu, yıllardan sonra ilk defa müreffeh günlere kavuşmuştu. Yiyecek içecek, gezecek, sarı bukleli kadınlar, sahiller falan filan…Kendine bir şamar attı. Bu onun hayat devrimiydi. Devrimde elbette günahsızlar da zarar görecekti. Fakat müreffeh olabilmek için…Yanı başında bir hologram belirdi. Kendine gel oğlum dedi, hologramdaki kendisi. “O da azıcık baksaydı kendine. Tığ gibi alıyorsun karı kısmını, sonra? Yiyip içip semiriyorlar. Ben de kocalı kadınım, az dikkat edeyim, diyen yok! Bize de yazık değil mi?” Evet dedi. Başıyla tasdik etti söylenenleri. Var gücüyle dolabın kapağını açtı. Ütülü gömlekleri bir mağaza vitrini gibi itinalı vaziyette karşısında duruyordu. Hemen yanlarında aynı nizamla yerleştirilmiş pantolonları. İç çamaşırları yerli yerinde. Geçen kıştan kalma montu tertemiz askılıkta. Montun kolunu çekti. Karlı bir iş dönüşü tıka basa dolu otobüsün kapısına kaptırdığı etekleri yağ içinde kalmış, alt düğmeleri de kopmuştu. Fakat şimdi mont tertemiz, düğmeler de tastamam yerindeydi.
Dolabın, karısına ait bölümü bom boştu. Gözü sarı hırkaya kaydı. Elini hırkanın cebine soktu. Para hala yerinde duruyordu. Yalnız içinden elli lira alınmıştı. İçi acıdı. Öyle böyle değil. Çabucak kapağı kapatıp odadan çıktı. Koridordan mutfağa doğru yürürken söyleniyordu. Kolay mı oluyor devrimler. Bu uğurda ölen bile var.
Erik ağacındaki kuş hala ötüyordu. Ev ne kadar da aydınlıktı aslında. Turuncu kanepe örtüleri, yerdeki eski halı, anasından kalma vitrin…Her şeyi ilk defa görüyor gibiydi. Yıllardır böğründe oturan öküz, eşyanın ve tabiatın üzerindeki elem zarını sıyırıp, kendiyle beraber götürmüştü sanki. Fakat neden hala tam manasıyla sevinemiyordu? Açlıktan asabı bozulmuş olabilirdi. O halde masada ne varsa yiyecek, bir daha böyle berbat şeyler hissetmeyecekti. O şevkle mutfağa girdi. Yemeklere göz attı. Karısı çirkindi, soğuktu ama kendi yok Allah’ı var, hamarat kadındı. Bir an bir daha böyle leziz yemekler yiyemeyeceği hissine kapıldıysa da, kebapçı Apo’nun ateşte kızaran yüzünü anımsayınca o histen kurtuldu. Lokantalar en temelinde yalnız ve beceriksiz erkekler için yaratılmamış mıydı zaten?
İlk defa geniş geniş gülümsedi. Karısının her zaman oturduğu tarafa bakmamaya özen göstererek sandalyesini çekti. Bunlar da nedir? Sandalyenin oturağında…Eprimiş yeşil kadifenin üzerinde…Bir çift bebek patiği! Yoksa dedi, konduramadı. Patikleri eline aldı. Mavi pembe çizgili…Kuş hala ötüyor. Patiğin tekinin içinde minicik bir kağıt. Belki seksen kere katlanmış. Açılmıyor. Eline aldığından beri on yıl geçti sanki. Bozuk bir el yazısı. Yazının yanında eğri büğrü bir kalp. Ok da geçmiş içinden, ohh!
Kuş kalktı gitti daldan. Daha ötmedi.
“Babacığım, artık geldim ben. Önce hayalinden, sonra hücrelerinden can buldum da geldim ben.”