8
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
801
Okunma
Biliyorum ilk okuğunuzda belki çok saçma gelecek ama bunlar doğru. Araştırıp okumak size kalmış.
Kutsal kitaplı/kitapsız neredeyse tüm dinlerde, ülkesi belli ya da belirsiz neredeyse tüm ulus tanımlarında, siyaset felsefesinin babası olan Yunan filozof Aristo’dan aydınlanmacı düşünür Rousseau’ya, Kant’tan Freud’a “çağdaş” düşünce sistemini ve “pozitif” tıp bilimini şekillendiren isimlerde ortak olan bir şey vardı. O da “kadın” denilen varlığın, “erkek” denilen varlığın bozuk ya da eksik hali olarak tanımlanmasıydı.
Milattan önce dördüncü yüzyılda yaşamış olan Aristo’ya göre her nesnenin bir işlevi ve bu işlevin de ahlaki bir yanı vardı. Kadın ve erkekler farklı nesnelerdi; fiziksel olarak kadın erkeğin bozuk (deforme) haliydi. Dolayısı ile toplumdaki işlevleri ve buna bağlı ahlaki sorumlulukları farklı olmalıydı. Kadınların ahlaki işlevi kölelerle birlikte, politik hayvanlar olarak nitelediği erkeklere hizmet etmekti. Bunu yapmayan kadınlar ahlaksızdı.
Karanlık Ortaçağ’ı atlıyorum... İçimiz kararmasın. Cadı diye suçlanıp yakılan binlerce kadını yattıkları yerde rahat bırakalım.
15. yüzyılda insan ve hayvan bedenleri üzerinde çalışmalar yapılmaya başlandığında şu savunuluyordu Avrupa’da: “akıl ve beden birbirinden ayrı olsa da akıl kafa tası büyüklüğü ile doğru orantılıdır. Çocuk ve kadınların kafatasları küçüktür. Öyleyse kadın ve çocukların akılları eksiktir ve akılları tam olan erkekler tarafından kontrol edilmeleri ve yönlendirilmeleri gerekmektedir.”
18 yüzyılda, sivil eğitim ve cumhuriyetçilik akımının babası sayılan Rousseau’ya göre kadınlar ve erkekler “doğa”ları gereği farklı eğitim sistemlerinden geçmeliydiler. Oğlanlar ev dışında sahip oldukları aklı geliştirici yaratıcı oyunlar oynamalı; kızlar ise evlerinde bebeklerle oynamalıydı. Erkekler ev dışında okullarda “pozitif” bilim öğrenirken, kadınlar evlerinde ev işleri, çocuk bakıcılığı alanlarında eğitilmeliydiler.
Aynı dönemde, Wollstonecraft Roussseau’ya karşı çıkıp kadınların da erkekler gibi akla sahip olduğunu savunmuştu. Bu 18. yüzyıl için neredeyse bir ilkti. O döneme kadar kadınların akılsız bedenlerden ibaret olduğuna inanılıyordu. 1960’ların feminist akımlarına yön veren düşünür Simone de Beauvoir da kadınların akla sahip olduğunu savunarak, kadınlık ve erkeklik ayrımının tamamen toplumsal olduğunu savunmuş ve bin yıllardır kabullenilen kadının erkeğin eksik ya da bozuk hali olduğu iddialarına karşı çıkmıştır. Ona göre “kadın doğulmaz, kadın olunur”du. Aynı şey erkeklik için de geçerliydi elbet. Bizleri davranış kalıplarına sokan toplumsal değer yargıları ve yapılar idi.
1990’larda queer (kaçıklık) teorisi çıktı ortaya. Bu sefer düşünürler, fizyolojik farklılıkları da reddediyorlardı. Fiziksel farklılıkların aşılabilineceğini, erkek ya da kadın bedenine sahip olan birinin bu bedene hapsolmak zorunda bırakılmasının bir dayatma olduğu savunuluyordu özellikle Amerika’da. Kaçık olduğunu iddia eden bu radikal düşünürlere göre, dişi ve eril bedenler bizim hapishanelerimiz olmamalıydı. İstediğimiz zaman istediğimiz şekilde davranabilmeliydik tüm toplumsal rol modellerine ve dayatmalara savaş açarak. Heteroseksüellik, yani sadece karşı cinsle ilişkinin normal sayılması sorgulanmakla kalmıyordu ve pek çok farklı cinsin (transeksüellik, lezbiyenlik, biseksüellik v.b.) normalleştirilmesi savunuluyordu.
Bu düşünceler toplumu nereye evirir bilemem ama, belki de gün gelir bu ayrımları ve tanımları yapma ihtiyacı hissetmemize gerek kalmaz. Çünkü bize sunulan sınırları belli kimlikler aslında hayatlarımızın her alanını etkiliyor ve şekillendiriyor. Ayrımcılık ve hiyerarşiler yaratıyor dolayısıyla adaletsizlik ve eşitsizlikler..
Cinsiyetlerin ve kalıpların yerini insanlık denilen ve herkesin insan olmaktan gelen ortak ve eşit haklara sahip olduğu, cinsiyetleri yüzünden kimilerinin gerinirken, kimilerinin yerilmediği bir toplum yaratmak dileğiyle. Biliyorum ki, bizler yani insanlar cinsiyet kimliklerinden çok daha fazlasıyız. Hepimiz insanca yaşamayı hak ediyoruz.
Chlorotxin
18.05.2008